10’uncu yılında Öcalan’a avukat yasağı | İmralı’da hukukun 'h'si bile yok

10’uncu yılında Öcalan’a avukat yasağı | İmralı’da hukukun 'h'si bile yok
Öcalan, 2011 yılından sonra sadece 2-22 Mayıs, 12-18 Haziran ve 7 Ağustos 2019 tarihlerinde avukatlarıyla görüşme gerçekleştirebildi.

Öcalan’ın "dipsiz bir kuyuya" benzettiği İmralı Cezaevi’ndeki hukuksuzluğun bütün ülkeye yayıldığını belirten avukat İbrahim Bilmez, "Artık Türkiye’nin bir hukuk devleti sorunu var. İmralı’da hukukun 'h'si bile yok" dedi.

15 Şubat 1999’da Türkiye’ye teslim edilen PKK Lideri Abdullah Öcalan, 22 yıldır İmralı Yüksek Güvenlikli F Tipi Cezaevi’nde tecrit altında tutuluyor. Öcalan'ın avukatlarıyla görüş yasağı özellikle 27 Temmuz 2011 tarihinde derinleştirildi. Söz konusu tarihten sonra Öcalan'ın avukatlarıyla görüşmesinin önü kesildi. 2011-2016 yılları arasında avukat görüşüne "gemi bozuk" ve "hava muhalefeti" gerekçeleri gösterildi. 2016’dan sonra ise Öcalan hakkında verilen 3 ve 6 aylık görüş yasakları gerekçe gösterilerek, avukat görüşleri engellendi.  

10 YILDA 5 GÖRÜŞME

Öcalan, 2011 yılından sonra sadece 2-22 Mayıs, 12-18 Haziran ve 7 Ağustos 2019 tarihlerinde avukatlarıyla görüşme gerçekleştirebildi. Bu görüşmelerin sağlanmasında, tecridin kaldırılması talebiyle binlerce tutuklunun katılımıyla başlayan açlık grevleri etkili oldu. Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’ün 16 Mayıs 2019’da "Görüşme yasağının önünde hukuken bir engel yoktur" açıklamasına rağmen avukatların 7 Ağustos’tan bu yana İmralı Adası’na gidişi engelleniyor. Avukat yasağının yanı sıra Öcalan'ın yakınlarıyla da görüşmesine izin verilmiyor. Öcalan, kamuoyunda kendisine dair büyüyen kaygılar üzerine en son 25 Mart günü kardeşi Mehmet Öcalan’la telefonla görüştürüldü. Mehmet Öcalan, bu görüşmenin ise yarıda kesildiğini duyurdu.

27 Kasım 2011 tarihinde gerçekleşen görüşmeden bir önceki görüşmede yer alan avukatlardan İbrahim Bilmez, derinleştirilen tecrit, avukat yasakları, başvurular ve İmralı'daki hukuk sistemine ilişkin sorularımızı yanıtladı. 

Müvekkiliniz Öcalan’a 27 Temmuz 2011’de verilen avukat yasağından önce kendisiyle görüşme fırsatı buldunuz. Gerçekleştirdiğiniz o görüşmelerde, Öcalan neye vurgu yapıyordu?

15 Şubat 1999’da Türkiye’ye getirilen Sayın Öcalan’ın önünde iki seçenek vardı. Ya her şeyden vazgeçecek, belki de ölümü tercih edecek ya da bütün o kötü işkence koşullarına rağmen direnecek, Kürt meselesinin demokratik ve barışçıl yollardan çözümü için çaba sarf edecekti. O ikinci yolu seçti. Çünkü bunun sorumluluğunu omuzlarında en çok hisseden insan, bizzat müvekkilimiz Sayın Öcalan’dır. İmralı’ya gittiğimiz de bizzat bunu gözlemleyebiliyorduk. Çünkü basına yansıyan haberleri okuduğu zaman, hayatını kaybeden gerillaları, askerleri ve sivilleri gördüğü zaman ne kadar üzüldüğünü görebiliyorduk. Her fırsatı barış için çalıştı. Yargılandığı davalarda, yaptığı savunmalarda bunun içerisinde oldu. 

Sayın Öcalan’la yapılan herhangi bir görüşmede dahi, gündeminde hep Kürt meselesinin çözümü oldu. O zamanın konjektörüne göre neler yapılması gerektiği üzerine yoğunlaştı. Zaten müvekkilimiz Sayın Öcalan’ın yaşama sebebi budur. Bu meselenin barışçıl ve demokratik yollardan çözülmesidir. Gittiğimiz son görüşmelerde de gündemi bunlardan farklı değildi. Sayın Öcalan’ın o zaman yaptığı ateşkes çağrıları vardı. PKK bu çağrılara uyuyordu ama devletin de atması gereken adımlar vardı. Fakat devlet bir türlü bu adımları atmıyordu. Son görüşmeler, yine sürecin tıkanmaya yakın olduğu süreçlerdi. Sayın Öcalan’ın o zaman nasıl çırpındığını görüyorduk. ‘Neden devlet bir adım atmıyor? Artık adım atmaları gerekir. Ben elimden gelen her şeyi yaptım. Devletin barışa bir şans vermesi gerekir’ diyordu. Bu çağrılara rağmen 27 Temmuz’dan sonra Sayın Öcalan’la görüşemez duruma geldik. Keyfi bir şekilde avukat görüşmeleri engellenmeye başlandı.

27 Temmuz’dan birkaç ay sonra Asrın Hukuk Bürosu avukatlarına yönelik "KCK" adı altında bir operasyon yapıldı ve onlarca avukat tutuklandı. Müvekkilinizin buna ilişkin bir öngörüsü de vardı. Öcalan, o dönem siz avukatlara nasıl bir öngörüde bulunmuştu?

Sayın Öcalan, belki de Ortadoğu’nun öngörü gücü en yüksek politik aktörüdür diyebiliriz. İmralı sürecinden önce de İmralı sürecinde de yaptığı siyasi analizler ilk başta şaşırtıcı bile olsa, bir süre sonra bunların gerçekleştiğine tanıklık ediyorduk. Kimsenin öngöremediği şeyleri, öncesinden söyleyebiliyordu. Yaptığı uyarılar göz ardı edildiği zaman, sonuçlarını da hep beraber yaşadık, hala da yaşıyoruz. Dediğim gibi o dönemde bir süreç vardı ve o sürecin gereklilikleri yerine getirilmiyordu. Sayın Öcalan, o süreçte uyarılarda bulunmuştu. ‘Eğer bu süreç çökerse, devletin samimi olmadığı ortaya çıkarsa, herkes bunun altında kalır. Herkes bunun bedelini öder’ diyordu. Biz avukatlar da bundan bağımsız değil ve ne yazık ki söylediği gibi de oldu. 27 Temmuz’dan sonra görüşmeler kesildi. O dönemki iktidar bloğunu oluşturan AKP ve bugün ‘terörist’ olarak nitelendirilen FETÖ bloğundaki çelişkiler nedeniyle devlet o süreci bitirdi. Avukatlara yönelik operasyonlar yapıldı ve ondan sonra bambaşka bir sürece geçildi.

Avukatlara yapılan operasyonla hedeflenen neydi?

O dönem bir iktidar bloğu vardı. AKP ve cemaat, iktidarı birlikte paylaşmışlardı. Tıpkı bugünkü gibi AKP-MHP ve bir takım ulusalcı güçlerin iktidarı paylaştığı gibi. O dönem AKP ve cemaat içerisinde de bir iktidar kavgası başlamıştı ve bu henüz su yüzeyine çıkmamıştı. Fakat derinlerde devam eden bir çatışmaydı. Bunun çeşitli sebepleri vardı. Bize yapılan operasyon, bir sürecin parçasıydı ve iki şey amaçlanmıştı. Birincisi; AKP’nin İmralı’da yürüttüğü diyalog sürecini baltalamaktı. AKP’nin buradaki samimiyeti ayrı bir konu. Belki de siyasi amaçlarla hareket ediyordu. Fakat bir diyalog süreci vardı ve cemaat bunu baltalamaya çalışıyordu. Bize yapılan operasyonun amacı bu süreci sabote etmekti. Bir diğer sebep ise; Sayın Öcalan’ın sesini kısmaktı. Çünkü Sayın Öcalan bir tek avukatları ve ailesiyle görüşme imkanı bulabiliyordu. O da zaman zaman görüşebiliyordu. Sesinin dışarıya çıkmasının tek kapısı avukatlardı. Bu operasyonla o kapı da kapatılmış oldu.

Birde şunu ifade etmek gerekir. AKP ve cemaat arasında bir iktidar mücadelesinin olduğunu ifade ettik. İşte bu operasyon da bu mücadelenin argümanı olarak kullanıldı. Bu operasyonla farklı yerlere ulaşılmaya çalışılıyordu. O diyalog sürecinin aktörlerine ulaşılmak isteniyordu. Bizimle beraber onlar hedefleniyordu. Bunu şuan devam eden yargılamamızda da dile getiriyoruz. Sonraki süreci zaten hep beraber gördük. AKP ve cemaat arasındaki çelişkiler büyüdü ve 15 Temmuz 2016’da bir darbe kalkışmasıyla sonuçlandı.

27 Temmuz 2011’den sonra 2 Mayıs 2019 yılına kadar İmralı’nın kapıları avukatlara kapatıldı. Bu süre zarfında çeşitli heyetler İmralı’ya gidip görüşmeler gerçekleştirebildi. 8 yıl boyunca hiçbir avukat görüşmesi gerçekleşmedi. Başka heyetler gidip görüşmeler yaptı ve "Çözüm Süreci" adı altında bir süreç de işlendi. Buna rağmen avukatların gitmesi neden engellendi?

Aslında amaç Sayın Öcalan’ın Kürt toplumuyla bağını koparmak. Aslında belli bir süre hiç kimse İmralı’ya gidemedi. Bununla Sayın Öcalan’ın sesinin tamamen dışarı çıkması engellenmek istendi. Fakat dediğiniz gibi belli bir süre sonra siyasiler İmralı’ya gitti. Ama buna rağmen avukatlar gidemedi. Bununla şunu anladık; devlet hiçbir zaman İmralı’da birden fazla kanalın olmasına, oluşmasına izin vermedi. Avukatlar gidebildiği zaman siyasiler veya sivil toplum kuruluşları gidemedi. Siyasetçiler gittiği zaman da o zamanda avukatların gitmesine izin verilmedi. Tutuklu olduğumuz zaman da şunu dile getirebiliyorduk; heyetlerin gidip gelmesi elbette önemliydi. Fakat bu tecridin bittiği anlamına gelmiyordu. Bu yanılgıya düşmemek gerektiğini ifade ediyorduk. Neticede ne yazık ki haklı da çıktık. Belli bir süre sonra görüşmeler sona erdirildi. Siyasilerin İmralı’ya gidiş gelişleri sona erdirildi. Ardından mutlak bir tecrit süreci başladı.

27 Temmuz’dan bu yana İmralı’ya gitmek için her hafta Bursa Cumhuriyet Başsavcılığı’na başvuruda bulunuyorsunuz. Yaptığınız başvurulara tutum ne oldu?

Sayın Öcalan, İmralı’ya götürüldüğü günden bu güne hiçbir zaman ne avukat ne de aile görüş haklarından düzenli bir şekilde yararlanamadı. 27 Temmuz’daki son görüşmeden sonra fiilen 2016’ya kadar her hafta devlet resmi olarak yalan söyledi. Ya ‘gemi bozuk' dediler, ya ‘hava muhalefeti’ dediler. Bunu 2011’den darbe kalkışması olan 15 Temmuz 2016 yılına kadar yaptılar. Darbe teşebbüsünü özellikle söylüyorum, çünkü o tarihte de önemli bir gelişme yaşandı. 15 Temmuz’dan bir gün sonra devlet o darbe koşulları altında hiç üşenmeden ilk iş olarak İmralı’ya ilişkin bir karar aldırdı. Yasalarda bunun alt yapısı olmamasına rağmen avukatların İmralı’ya gidişine ilişkin bir yasak kararı aldı. Hem aile hem de avukatla her türlü iletişimi getiren bir yasaktı bu. O karardan sonra her görüş başvurumuzda bu karar fakslanmaya başlandı.

Kararın içeriğinde ne vardı?

İçeriğinde hiçbir şey yoktu. Sadece 15 Temmuz kalkışması gerekçe gösteriliyordu. ‘Bu koşullar altında avukat görüşü yasaklanmıştır’ deniliyordu. Zaten Sayın Öcalan’a ilişkin 1999’dan beri verilen hiçbir karar hukuki değil. Hiçbirinin mantıklı bir gerekçesi ya da izahatı yoktu. Bu da böyle bir karardı. Dediğim gibi bunun bir alt yapısı da yoktu. Çünkü Türk hukukunda avukatların müvekkilleriyle görüşmesini engelleyen bir madde yok. Bir süre sonra Cumhurbaşkanlığı OHAL kararnameleriyle Meclis gibi yasa çıkarmaya başladı. Yasa hükmünde kararname çıkarmaya başladı. Bunlarla ülke yönetilmeye başlandı. Bu kararnamelerden birisine de ifade ettiğimiz ilgili maddeler konuldu. Avukatların görüşmesinin yasaklanmasının önünü açan. Fakat bir kanunun yasal hale getirilmesi onun hukuki olduğu anlamına gelmiyor. Tamamen hukuka aykırı bir düzenlemeydi. Bugün geldiğimiz noktada bu yasa maddeleri hala Sayın Öcalan’a uygulanıyor.  

Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eş Başkanı Leyla Güven öncülüğünde 8 Kasım 2018'de başlatılan ve 200 gün süren açlık grevleri sonucu Öcalan'la 2019'da 5 görüşme gerçekleştirildi. Adalet Bakanı da o süreçte görüşmelerin önünde herhangi bir engelin olmadığını belirtmişti. Ancak 5 görüşmeden sonra neden tekrar yasak getirildi?

O dönem gitmemize engel olarak gösterilen şey ifade ettiğim, 2016’dan beri gösterilen mahkeme kararıydı. 2018’de başlayan açlık grevleri döneminde de bu kararlar belirli periyotlarla yenileniyordu. Sonra açlık grevleri öyle bir noktaya geldi ki kamuoyundaki tepkiler de yükselince görüşmelerin önü açıldı. O görüşmelerin  önünün açılması da teknik olarak verilen yasağın kaldırılması gerekiyordu. Biz zaten mahkemenin yasaklama kararlarına düzenli olarak itiraz ediyorduk. O dönem yaptığımız itirazların biri neticesinde mahkeme kararını kaldırdı. Yani İnfaz Hakimliği’nin verdiği yasaklama kararını biz Ağır Ceza Mahkemesi’ne itiraz etmiştik. Ağır Ceza Mahkemesi de bu kararı kaldırmıştı. Adalet Bakanı’nın söylediği mesele buydu. 5 görüşme bittikten sonra da ortada herhangi bir yasak kararı olmadığı halde İmralı’ya tekrar götürülmemeye başlandık. Tamamen bir keyfiyet söz konusu. İmralı’da hukuk diye bir şey söz konusu değil. İmralı’da hukuk tamamen askıya alınmış durumda.

Bu bir süre devam etti. Yaptığımız başvurulara cevap verilmemeye başlandı. Özellikle Avrupa Konseyi’ne bağlı İşkenceyi Önleme Komitesi’nin (CPT), 2019’da yaptığı son ziyaretten sonra yayınladığı raporuyla Türkiye’ye yönelik sert eleştiriler yayınlandı. Avukat yasağı ve aile görüşünün gerçekleştirilmiyor oluşuna ilişkin eleştiriler yapılmıştı. Hükümetten de bu konuya ilişkin aylık periyotlarla kendilerine bilgi verilmesi talep edildi. İşte kaç avukat görüşmesi, kaç aile görüşmesi gerçekleşti, gerçekleşmediyse neden gerçekleşmedi bunu rapor şeklinde aylık olarak Türkiye’den istedi. Türkiye’nin buna cevabı ise, mahkemelere tekrar karar aldırmak oldu. O karardan sonra aile görüşünü yasaklamak için müvekkillerimize disiplin cezaları verildi ki CPT raporunda ‘bu disiplin cezaları inandırıcılığını kaybetmiştir’ deniliyordu. Düşünün İmralı’da bulunan 5 müvekkilimiz kendi aralarında konuştuğu için disiplin cezalarına çarptırılıyor. CPT'de ‘Bu artık bizi tatmin etmekten uzak bir gerekçedir. Siz aile görüşünü engellemek için keyfi olarak bu cezaları veriyorsunuz’ demeye getiriyordu raporda. Buna rağmen devletin cevabı yeni disiplin cezaları oldu. İnfaz hakimliğine yeni avukat yasak kararı aldırmak oldu. Tıpkı 15 Temmuz’daki gibi.

Bugün herhangi bir yasak var mı?

Bugün geldiğimiz noktada, bize verilen avukat yasağının süresi bildiğimiz kadarıyla 23 Mart’ta bitti. Öcalan’ın yaşamına dair sosyal medyada çıkan iddialardan sonra biz her gün başvuru yapıyoruz ama yanıt verilmiyor. Bir yasak kararı var mı yok mu onu bile bilmiyoruz. Varsa bile bu bize tebliğ edilmiyor.

Yaşananları göz önünde bulundurduğumuzda İmralı’da nasıl bir hukuk sistemi yürütülüyor? Siz bu sistemi nasıl yorumluyorsunuz?

Tek kelimeyle keyfiyet diyebiliriz. İmralı’da kesinlikle hukuk işletilmiyor. Sayın Öcalan ve Kürtler söz konusu olduğunda uzun yıllardır böyle bir hukuk yoktu. Ama şuanda İmralı’daki hukuksuzluk bütün ülkeye yayılmaya başladı. Artık Türkiye’nin bir hukuk devleti sorunu var. Yani AKP’nin hukukçuları hariç hangi hukukçuya sorarsanız sorun sadece kağıt üzerinde bir hukuk olduğunu ifade ederler. Bunun temel sebebi de İmralı’daki tecrit ve bununla bağlantılı olarak Kürt sorununun çözümsüz bırakılmasıdır. İmralı’da hukukun "H" si bile yok.

Müvekkiliniz Öcalan bu sistemi nasıl tanımlıyor?

Müvekkilimiz son derece gerçekçi bir insan. İmralı’da nelerin yapılmak istendiğini çok iyi biliyor. Devletin kendisine yaklaşımını, Kürt halkının kendisine olan bağını da çok iyi biliyor. İfade ettiğim gibi öngörüleri çok yüksek bir insan. Devlet de bunun farkında. Dolayısıyla İmralı sisteminin nasıl kurgulandığını, Kapitalist Modernite devletlerin bu sistemdeki rollerinin farkında. Tutulduğu koşulları da dipsiz bir kuyuya benzetiyor. Adeta nefes alamaz hale getirilmeye çalışıldığını söylüyor. Fakat bunlara rağmen direnme gücü var. Bahsettiğim sorumluluk bilincinden aldığı güçle, Kürt halkıyla arasındaki bağın verdiği güçle bir direniş sergiliyor. Yoksa kendisi de bir gün bile fazla yaşamasının istenmediğini biliyor. Sayın Öcalan'ın orada yaşamasının tek sebebi; Kürt sorununa çözüm olabilecek yegane isimlerden birisi olmasıdır. Gerçeklik budur. Sayın Öcalan’ın çözüm gücü olduğu için devlet bir noktaya kadar üzerine gidiyor. Yani ölümden beter koşullarda sadece yaşamasına izin veriliyor.

Müvekkilinizin ısrarlı bir şekilde barış talebinde bulunduğunu ve bunun için yaşadığını söylüyorsunuz. Toplumsal çöküşün bu kadar derin olduğu bir süreçte, iktidarı yönetenler neden bu barış talebine olumlu yaklaşmıyor?

Kısaca şu ifade edilebilir; bu devletin kuruluşundan bu yana genlerine işlemiş bir bölünme fobisi var. Yani tarihte kurulmuş bütün Türk devletleri bölündü. Osmanlı sürekli topraklarını kaybediyor ve en son elde Anadolu toprakları kalıyor. Bu paranoya yüzünden de halkların demokratik hakları verilmek istenmiyor. Aslında bu korku aşılsa, sorunlar daha kolay bir şekilde çözülebilir. Tabi bununla birlikte bir de ülkeyi yöneten mevcut siyasi iktidarların hesapları da oluyor. İktidarlarını kaybetmemek için her şeyi yapıyorlar. Oysaki bir iktidar eğer gerçekten ülkesinin yapısal sorununu çözmek istiyorsa ve bunda samimiyse gerekirse, iktidarı kaybetmeyi göze almalıdır. Ama ne yazık ki Türkiye’deki iktidarlar, bu noktaya henüz gelmedi. Samimi bir çözüm ortaya konmadı. Bugün ki hükümet de öyle yaklaşıyor. Tamamen güvenlikçi politikaları devreye koymuş durumda. İşte AKP eski ortaklarıyla arası bozulduktan sonra bugün MHP ve başka ulusalcı kesimlerle ittifak yapıyor. Dolayısıyla da iradesini onlara teslim etmiş durumda. Milliyetçi oyların hesabı yapılıyor. Onlar kaçmasın diye ona göre politikalar izleniyor.

Devlet-mafya-siyaset yeniden açığa çıktığı bir dönemden geçiyoruz. Öcalan’ın sesi bugün dışarı çıkıyor olsaydı, yaşananlar karşısında tutumu ne olurdu?

Sayın Öcalan defalarca ‘Eğer bir çözüm olmazsa, bu devleti çeteleştirir, Kürt sorunu kangrenleşir, mafyavari örgütler türer’ uyarında bulundu. Diğer konularda ifade ettiği şeylerin ortaya çıkması gibi, bu konuda ifade ettikleri de ortaya çıktı. Muhtemelen bunları görüp buna ilişkin ikazda bulunurdu. Devleti yine çözüme davet ederdi. Ülkenin bugün geldiği noktanın temelinde çözümsüzlük var. Bu da devleti adeta hukuktan uzaklaştırıp illegal çetelere teslim ediyor. Geçmişte de bunu görmüştük. Yani devlet ne zaman Kürt sorununa güvenlikçi politikalarla yaklaşırsa, hep böyle mafyavari çeteler türüyor. Bunların ekonomik rant boyutları da her zaman oldu. Bugün yaşadığımız durum da budur. Muhtemelen Sayın Öcalan, bunların çözümü için yapısal reformların yapılması gerektiğini ifade edecekti. Bu konuda çabaları da olurdu.

Tam da avukat yasağının verildiği tarihe gelirken, sizin bu konuda bir talebiniz var mı?

Bizim talebimiz belli. Biz Sayın Öcalan’la görüşmek istiyoruz. Kendisinden haber almak, sağlık durumunu öğrenmek istiyoruz. Bütün Türkiye’deki herkesin sahip olduğu haktan Sayın Öcalan’ın da sahip olması gerektiğini düşünüyoruz. Biz avukatları olarak da görevimizi yapmak istiyoruz. Onun için de bu ağır tecridin ortadan kaldırılmasını istiyoruz. (MA/ Ferhat Çelik)


 

Öne Çıkanlar