20’li yaşlar...

Yeter ki hareket ettiğimizi ya da derinlerde bir yerde de olsa hareket edecek gücümüzün olduğunu fark edebilelim. Bu hareketlilik 20’li yaş fotograflarına bakıp hatırlamak da olabilir...

Önce biraz uzaktan bakalım; bugünlerde sosyal medyada bir meydan okuma olarak paylaşılan 20’li yaşlar fotograflarının söylediği bir şeyler olmalı. Bu fotograflar 1 seneyi aşkındır süren pandeminin artık neredeyse bıkkınlık veren bir aşamasında yayıldı. Çoğu devletin hazırlığının olmadığı, 'bağzı' devletlerin neredeyse sorgulanamayan keyfi uygulamalarla vatandaşlarını dara soktuğu yine çoğu devletin tedavi ve aşılama gibi konularda sınıfta kaldığı bir zamanda, üstelik bizim ülkemizde son derece kafa karıştırıcı ve anlam bulmakta zorlandığımız bir kapanma döneminde, 20’li yaşlar fotograflarına bakmak, en acil neye ihtiyacımız olduğuna dair bir hatırlatma mı yoksa kayıp dolu bir senenin ardından yaşadığımız yasın kabullenme evresi mi yoksa geçmişten bu güne bir umut devşirme çabası mı? Kuşkusuz hepsi olabilir ya da hiçbiri olmayıp bambaşka bir anlam ifade ediyor da olabilir ama elbette mayıs ayının başlangıcında olduğuna da bakarak, pek çok kültür ve inanışta, yazın gelişinin kutlandığı bu günlerde olmasını, daha çok çaresizliğe hepten teslim olmamak adına umut için bir kalkışma olarak okuyorum. Çünkü 20’li yaşlar evin dışına taşıp hayatın kalabalığına karışmak için can attığımız yıllardır. Çünkü bu uğurda sayısız deneme yaptığımız yıllardır. Kravatlı bir iş insanı olmadan önce müzik grubunda gitar ya da saz çalmaktır. Evde bebek bakımı, temizlik ve akraba eş dost ilişkilerinden sorumlu müdür olmadan önce gidilmiş kıyılar, içine ya da üzerine çoğu zaman şakınlık ve belki de biraz yabancılığının verdiği bir tadla olsa da zarifçe ilişilmiş oyuklar, dallar, kayalardır.

Yine kendi kuşağım için söylersem sigara dumanı katmanı altında bol hareketli bol sohbetli, kalabalık, bazen de yapayalnız okul kantinleridir. Cep telefonsuz, dizüstü bilgisayarsız yıllardır. Ana baba evinin yetmediği ama ‘yuva’ denilebilecek yer konusunda, geçiciliğinden dolayı tam olarak emin olunamayan yurt ya da öğrenci ya da arkadaş evleridir. Diğerleriyle tanıştığın kafelerde belki de en iyi halinle arzı endam etmektir. Dünyanın bütün bilgisini emmek için tüm yayın faaliyetlerini durdurmak isteyip, otobüste, vapurda bulunabilecek en küçük zaman aralığında okumaktır. Tiyatro, sinema, konser salonu kapılarına, harçlıklardan damla damla birikmiş sevgiyle gitmektir. Liseden tanışıklıkla kırık dökük spor salonlarından, maçların yapıldığı az sayıdaki spor komplekslerine hayranlıkla akmaktır. Anne babaya ya da ‘büyüğe’ itiraz, sessizce çekip giderek verilirken, en gür sesine ulaşmak arzusuyla benzerinle meydanlarda, en geniş sokaklarda buluşmaktır. Bir kadınsanız eğer ilk aşk, ilk kelebek kanatları kadar her sokak başında laf atmalarla, sokak takipleriyle, yaşadığımız dünyanın aslında korkutucu bir cangıl da olduğunun ayırdına varmaktır. Bir erkekseniz tümden bir erkeklik tarihinin üzerinize dev bir yük olarak bırakıldığı yıllardır. Tüm dünyayı bir sırt çantasıyla sokak sokak arşınlayarak öğrenmek/bilmek/deneyimlemek isterken, hocanızın ya da ustanızın ya da ana-babanızın, utanca boğmalarına, ahkam kesmelerine sabırla katlanmaktır. Toplumsal olanla daha çok haşır neşir oldukça, nerede oturup nerede kalkacağınız, ellerinizi ya da bacaklarınızı nereye/nasıl koyacağınız, kime gülüp kiminle ağlayacağınız bilgisine, yaşadığınız her acı verici deneyimle ulaşmaktır. Benim geleceğim nerede sorusuyla her konuya, o konunun her detayına ince ince bakmak, büyük bir delilikle dereyi değil denizi yürüyerek aşmaya çalışmaktır. Kısacası zordur genç olmak, en azından benim için öyleydi. Ama tüm o zorluğun içinde büyük bir merak, çokça deneme/yanılma hızla unutup tekrar deneme ve her alanda engellerle mücadele edip yine de bir şekilde kendince ve insanca yaşamanın yollarını bulmak da vardı. Neyse ki en iyi arkadaşlarımız, küçük bir arkadaş grubumuz ve kendimizden daha çok güvendiğimiz yoldaşlarımız vardı da aklımızın fikrimizin almadığı/yetmediği anlarda güç birliği yapabiliyorduk.

Şimdinin gençleri ise gördüğüm kadarıyla, o izlemesi ya da okuması zevkli olabilecek ama yaşaması tam bir kabus olabilen küçük çaplı bir distopyanın içinde, çoğunlukla aileleriyle, internet erişimli dersleriyle ve belki de sanal/uzak aşklarıyla tek mekanda yaşıyorlar. 20’leri çok uzun bir geçmişte kalmış olanlar ise aşı olabildikleri haliyle, yapmaya mecbur oldukları pek bir şey kalmamasının rahatlığını yaşayamıyorlar onun yerine, havanın sıcaktan bunaltmayan, soğuktan dondurmayan en şefkatli halinde üstelik, televizyon kanallarının gündüz kuşaklarıyla, pil ya da ampul bile alamamaya hayıflanarak, oyalanmaya çalışıyorlar. Çocuklara hiç girmek bile istemiyorum, oğlum neredeyse her akşam gözyaşı döküyor, iç geçiriyor, özlemle uyuyor. Kısacası borç hanem gittikçe kabarıyor diye de hissediyorum. Yaptığım her ne ise dört değil ondört elle sarılmaktan yorgun, çoğunlukla pijamalı, kuyruğu dik tutmaya çalışmaktan ağrılar içinde ve artık Hızır ile İlyas’tan umacak kadar naif olamayan bir tuhaf haleti ruhiyem var -ki pek severim Hıdırellezi- atsan atılmaz satsan satılmaz. Baktığım tüm fotograflarda sadece umut etmeyi istemeyi görüyorum. Tam olarak eskisi gibi olamayacağının bilgisiyle ve bugünde ektiğim tohumların koca bir ağaca dönüştüğü günleri göremeyebileceğim bilgisiyle de. Her hücresiyle toprağa bağlı bir çiftçi gibi sabahın en erken saatlerinde kalkıp havaya, toprağa, suya bakıp yeni bir tohumun üzerini nezaketle kapatıyorum, bazen kendimi zorlamak pahasına olsa da. Bazen de koy veriyorum gitsin, yataktan kalkamadan, karakışımda yorgan altında, sessiz ve yalnız öylece duruyorum. (Yalnızlık kısmı daha çok siyasi iklimden dolayı).

Neyse ki tüm bu süreç bana şunların bilgisini veriyor; şehri şehir yapan kamusal alanlar ve somut ve fiziki olarak bir arada yaşama kültürü artık pek de cazip değil mi, olsun yapmak istediklerimi bağda bayırda, ormanda yapabilme şansım hala var. (Azınlıkta ve şanslı olduğumu biliyorum tam da bu yüzden sınıf mücadelesini önemsiyorum.) Pek çok sanat üretim merkezinin artık şehrin dışında üretimlerine devam ettiklerini biliyorum. Merak etmek ve aramak yeterli, bulmak eskiye oranla çok daha kolay. Senelerdir görmediğim ilkokul arkadaşım ya da öğretmenim bile bir google mesafesi uzağımda. Dans dersimi mi arıyorum, hemen bulabiliyorum.

Ufak da olsa evde kendi kendime yetebilmenin -ki ekmek yapmaktan, giysi yenilemeye, kendi mobilyanı üretmeye ve hatta kendi yiyeceğini yetiştirmeye kadar- ihtiyacım olan her türlü bilgiye youtube’dan ulaşabiliyorum. Bu aynı zamanda oldukça bayıldığım bir şey çünkü kendimi tanımlarken sadece mesleğimle ya da ailemle ya da kurumsal olarak hangi şemsiyenin altındaysam onunla tanımlamak bana yetmiyor artık. Bir kuş gibi evimi de yapabilmek istiyorum mesela (belki bir gün, neden olmasın). Gün içerisinde farklı farklı pek çok konuyla ilgileniyorum ve genel bir tanım, emek verdiğim diğer alanlara saygısızlık gibi geliyor. Bir kasiyer ya da kurye de olabilirdim ama mesai bitip eve döndüğümde LGBT+ hareketiyle ilgili ya da permakültürle ilgili ya da otizmle ilgili araştırma ve üretim süreci içinde olabilirim. Böyle ne kadar çok arkadaşım olduğuna inanamazsınız. Lütfen uzun mesai saatleri demeyin, bu her şeyden önce tüm kalbinle istemek meselesi. Haftada bir saat bile yetebiliyor bazen.

Tiyatro, dans, sinema, konser, bale mi izlemek istiyorum; artık pek çok kurum var, sahneden naklen yayın yapan üstelik aldığınız biletin ücretini tüm katılımcılarına bölüştüren.

Yine neyse ki bu süreçte, birbirimize de hayrımız dokunsun diye kendi kendimize yetebilmemiz gerekliliğiyle oluşmuş pek çok örgütlenme var. Uzaktan da olsa yol arayan, başına bir şey geldiğinde fiziken yanında olamasa da fikren ve kalben varlığını hissettiğin. Misal Genç Sesler ya da Gösteri Sanatlarında Kadınlar. GSK olarak bu süreçte inanılmaz bir birlikte yaşam kültürü yaratabildik ve şimdi de gayet ciddiye aldığımız bir konu olan, sahne etiği konusunda var gücümüzle çalışmaya devam ediyoruz. Basit bir amaçla yola çıkmış, azimle çalışmaya devam eden, birbirini duymaktan/dinlemekten imtina etmeyen, tüm bir kapsayıcıkla çözüm üreten ne kadar çok grup, platform, oluşum olduğuna inanamazsınız.

Evet belki büyük bir özveriyle sürüyor tüm bu çabalar -ki üç/dört maaşlı devlet çalışanlarını da biliyoruz elbette, biz de bağımsız ve özgür basını takip ediyoruz, televizyon seyredecek halimiz yok- ama hangi vakit böyle değildi ki bu bir, ikincisi misal nihayet yanımızda hissedebileceğimiz yerel yönetimleri ne kadar zorladık?

Son olarak çok sevdiğim bir kitaptan alıntı yapmak isterim. Kitabın ismi Sana Gül Bahçeleri Vadetmedim, yazarı Joanne Greenberg. Kitapta şizofreni tanısı ile hastanede yatan bir genç kızın,  doktoruyla olan, kitaba ismini veren diyalogunu burada hatırlatmak isterim;

"Adalet uygulamıyorsa, namussuzluk örtbas ediliyorsa ve inançlarını koruyan insanlar acı çekiyorsa, Sizin gerçekliğiniz ne işe yarıyor peki?"

"Sana hiç bir zaman gül bahçesi vadetmedim ben. Hiçbir zaman kusursuz bir adalet vadetmedim... ve hiçbir zaman huzur ya da mutluluk da vadetmedim. Sana ancak bütün bunlarla savaşma, özgürlüğüne kavuşmanda yardımcı olabilirim. Sana sunduğum tek gerçeklik savaşım. Ve sağlıklı olmak, gücünün yettiği kadarıyla bu savaşımı kabul edip etmemek de özgür olmak demektir. Ben yalan şeyler vadetmem hiç. Kusursuz, güllük gülistanlık bir dünya masalı koca bir yalandır. Üstelik böyle bir dünya çok can sıkıcı bir yer olur."

Diyeceğim o ki, Bekir Ağırdır’ın çok kullandığı metaforu ile söylersem, buz tutmuş gölün altındaki hareketli balıklar biziz. Yeter ki hareket ettiğimizi ya da derinlerde bir yerde de olsa hareket edecek gücümüzün olduğunu fark edebilelim. Bu hareketlilik 20’li yaş fotograflarına bakıp hatırlamak da olabilir, bu hareketlilik ‘bu ne saçma şey diyip içki satışı yapmak da olabilir ya da bu hareketlilik oğlumun cesaret ettiği haliyle 8 saatlik canlı dersten sonra ödev yapmamak da olabilir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi