40 yıl sonra aynı darbeci kafa!

Yurt dışındaki muhaliflerin mal varlıklarını dondurma uygulamasıyla Tayyip iktidarı cuntacılığın ve darbeciliğin kendi fıtratında bulunduğunu bir kez daha kanıtlıyor.

50 yıldır Türkiye ile inişli çıkışlı ilişkilerini karar merkezlerinin bulunduğu Brüksel ve Strasbourg'ta yakından izlediğim, 1971 ve 1980 cunta rejimleriyle cilveleşmeleri karşısında sık sık galeyan duyarak tepkilerimi yazılı ve sözlü olarak her ortamda dile getirdiğim Avrupa Birliği'nin iki üst yöneticisinin 6 Nisan 2021 günü ayağına kadar giderek islamo-faşist rejimin despotuna yeni ödünler vermeleri beni hiç şaşırtmadı.

AB Konsey Başkanı Charles Michel ve de, herhalde kadın olduğu için, kendisinden koltuk esirgenen ve görüşmelere yan taraftaki bir kanapeye çökerek katılmak zorunda bırakılan AB Komisyonu Başkanı Ursula Von der Leyen, başkanlık sarayında insan hakları ihlalleri konusunda "yaptırımsız" bir iki söz ederken, havuz medyasının deyimiyle "beş adet zeytin dalı" sunarak evsahibi Tayyipland sultanını son derece mutlu kılmışlar.

Yaptıkları açıklamalara göre, öncelikle Türkiye ile ilişkilere ivme katmaya geldiklerini belirterek bu ilişkilerin AB'nin stratejik çıkarına olduğunu vurgulayan iki yönetici, insan hakları ihlalleri hız kesmese de, ekonomik işbirliğini güçlendirme, gümrük birliğini güncelleştirme ve sığınmacılar için Türkiye'ye fon akışını artırma konusunda bir dizi vaadlerde bulunmuşlar.

Bu ziyaretle ilgili haberleri ve Michel - Von der Leyen - Erdoğan üçlüsünün birlikte görüntülerini izlerken, insanlık tarihinin en kara sayfalarından birini oluşturan, bu yazımın içinde de paylaştığım, tam 83 yıl öncesine ait bir fotoğraf gözlerimin önünden gitmiyor.

Yıl 1938... Nazi Almanyası'nın ve faşist İtalya'nın hızlı bir silahlanmayla üç kıtada fütuhata hazırlandıkları dönem... Tıpkı bugün olduğu gibi, Avrupa'nın iki süper gücü, İngiltere ve Fransa, Hitler'in tüm dünyanın başına bela olacağını bile bile iki faşist diktatörle masaya oturabiliyor.

İngiltere Başbakanı Neville Chamberlain ve Fransa Başbakanı Edouard Daladier 29 Eylül 1938'de Alman Nazizm'in kalesi Münih'e giderek Hitler ve Mussolini'yle Çekoslovakya'ya ait Südetler bölgesinin Almanya'ya verilmesini öngören yüz karası anlaşmayı imzalıyorlar.

Südetler sadece bir toprak parçası olarak değil, aynı zamanda büyük bir silah fabrikası olan Skoda'nın da bulunduğu stratejik önemde bir bölgeydi.

Bu utanç verici teslimiyete rağmen, anlaşmayı imzalayan Chamberlain İngiltere'ye dönüşünde "Asrın anlaşmasını gerçekleştiren" bir milli kahraman gibi karşılanacak, ne var ki üzerinden bir yıl dahi geçmeden, Hitler Almanyası 1 Eylül 1939'da Polonya'yı işgale başlayarak 2. Dünya Savaşı'nı başlatacak, altı yıl süren bu cankırımında 20 milyonu asker olmak üzere 60 milyon insan yaşamını yitirecekti.

Münih Anlaşması'nın üzerinden 83 yıl geçtikten sonra "ilişkileri canlandırma" gerekçesiyle islamo-faşist bir despotun ayağına giden AB yöneticileri Ankara'ya seyahat hazırlıklarını yaparken Türkiye'de gün be gün neler olup bittiğinin o güçlü istihbarat ve diplomasi ağlarıyla pek âlâ farkındadırlar.

Sadece bizim İnfo-Türk bültenleriyle ve sosyal medya paylaşımlarıyla İngilizce ve Fransızca dillerinden AB kurumlarını da bilgilendirdiğimiz olaylardan bir kaçı:

  • Meclis tarafından dokunulmazlığı kaldırılan HDP milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu evi basılarak gözaltına alınıp Ankara'da zindana atıldı.
  • İktidarın ortağı MHP lideri Devlet Bahçeli sadece HDP'nin değil, onu kapatmakta yeterince hızlı davranmayan Anayasa Mahkemesi'nin de kapatılması gerektiğini açıkladı.
  • 104 emekli amiralin Montrö Sözleşmesi hakkında ortak açıklama yapmasının ardından 10 emekli amiral göz altına alındı.
  • Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 2020 yılında hak ihlallerinden ötürü en fazla mahkumiyet yiyen üç ülkeden birinin 85 mahkumiyetle Türkiye olduğunu, karara bağlanmayı bekleyen 62 bin ihlal dosyasının yüzde 19'u ile Türkiye'nin sanık ülkeler listesinin de ikinci sırasında yer aldığını açıkladı.
  • Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF), Türkiye'de Terörle Mücadele Kanunu’nun gazetecileri yıldırmak için araçsallaştırıldığına dair açıklama yaparak yargılanmakta olan Melis Alphan, Canan Coşkun, Sibel Hürtaş ve Erol Önderoğlu'nu örnek gösterdi.
  • Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI) Türkiye'de 678 gazetecinin demir parmaklıklar ardında olduğunu açıklayarak Avrupa Birliği yöneticilerinin müdahalede bulunmasını istedi.
  • CHP’nin gazeteci kökenli Eskişehir Milletvekili Utku Çakırözer Mart’ta 6 gazeteciye 15 yıl 2 ay hapis cezası verildiğini açıkladı.
  • Türkiye'de bir savcı, Charlie Hebdo dergisinin dört çalışanı, Alice Petit, Gérard Biard, Julien Sérignac ve Laurent Sourisseau hakkında Erdoğan'a hakaretten ötürü dört yıla kadar hapis istemiyle dava açtı.
  • İletişim Başkanlığı'nın son iki sende 1238 gazetecinin basın kartlarının iptal ettiği açıklandı.
  • Diyarbakır Barosu, geçen yıl aralarında eski baro başkanlarının da olduğu 69 avukat hakkında kurumsal ve mesleki faaliyetleri nedeniyle en az 78 soruşturma ve dava açıldığını açıkladı.
  • Hrant Dink'in katledilmesine ilişkin davada birçok sorumlunun mahkum edilmemesi üzerine ailesi ve dostları "hukuk mücadelemizi asla bırakmayacağız. Ta ki tüm mekanizma açığa çıkarılıp bir daha kullanılmayacak hale getirilene kadar" açıklamasında bulundular.
  • Avrupa Parlamentosu'nun 48 üyesi AB Konseyi ve Komisyonu başkanlarına hitaben yayınladıkları bir açık mektupta yurt dışındaki Türkiyeli rejim muhaliflerinin maruz kaldıkları ölüm tehditlerine karşı tedbir alınmasını istediler.
  • Fransa'da matematik öğretmenliği yapan Tuna Altınel'in Türkiye'de bir siyasal davada beraat ettiği halde rehine tutulduğu, Fransa'daki görevinin başına dönmesine izin verilmediği açıklandı.

Tayyip iktidarının sürekli insan hakları ihlallerine, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin kararlarını hiçe saymasına, İstanbul Sözleşmesi'ni yırtıp çöpe atmasına ek olarak son bir haftada yaşanan yukarıda özetlediğim gerçeklere karşın AB yöneticilerinin Tayyip'in ayağına gitmeleri ve ilişkileri geliştirme konusunda güvence vermeleri beni pek de şaşırtmıyor.

AB'nin vurdum duymazlığından son derece emin olan Tayyip iktidarı, bu protokol skandallı ziyaretten sonra, insan hakları ihlalleleri konusunda yeni cüretkâr adımlar atmakta gecikmeyecek.

İşte en son örnek... Resmi Gazete'de yayımlanan yeni bir kararla 377 kişi ve kuruluşun Türkiye'deki mal varlıkları dondurulmuş bulunuyor.

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ile Hazine ve Maliye Bakanı Lütfi Elvan'ın imzasını taşıyan ve Terörizmin Finansmanının Önlenmesi Hakkında Kanun uyarınca alındığı belirtilen 12 sayfalık kararda Türkiye'deki mal varlıklarının dondurulduğu açıklanan 377 isim arasında benim de yıllardır tanıdığım, dostum olan kişiler var.

 

Örneğin 90'lı yıllarda TBMM'de Kürt milletvekili olan ve halen Brüksel'deki Kürdistan Ulusal Kongresi (KNK) yöneticileri arasında bulunan Remzi Kartal ve Zübeyir Aydar, 2008 yılında "1971 ve 1980 askeri darbelerinin Türkiye'den dışa göç üzerindeki etkileri" konulu araştırmasından ötürü İnfo-Türk tarafından ödüllendirilmiş bulunan yazar ve gazeteci Bahar Kimyongür...

 

Her ağzını açtığında cuntalara ve darbelere karşı olmaktan dem vuran, son olarak Montrö Anlaşması konusunda ortak açıklama yapan emekli amiralleri de cuntacılık ve darbecilikle suçlayıp bir bölümünü göz altına aldıran AKP-MHP iktidarı, bu "mal varlıklarını dondurma" kararıyla da cuntacılığın ve darbeciliğin kendi fıtratında olduğunu bir kez daha net şekilde ortaya koymakta...

 

Evet, yurt dışındaki rejim muhaliflerini Türk vatandaşlığından atıp mal ve mülklerine el koyma uygulaması bundan tam 40 yıl önce, Kenan Evren'in başında bulunduğu 12 Eylül faşist cuntası tarafından başlatılmış bulunuyordu.

Ama sanılmasın ki yurt dışındaki muhalifleri toplu olarak vatandaşlıktan atma, yurdundaki mal mülküne el koyma fikri Evren’in başını çektiği askeri faşist cuntaya aittir. Hayır…

Bu konudaki ilk girişim darbeden çok önce Bülent Ecevit’in başında bulunduğu CHP’nindir. Sosyal Güvenlik Bakanı Hilmi İşgüzar, Nisan 1979’da verdiği bir demeçte, "Yurt dışında faaliyet gösteren, kanı ve kafasıyla milletimizin ferdi olmaya layık bulunmayanlar"a karşı gereken önlemlerin alınacağını açıklar, ardından da İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş, Avrupa ülkelerinin Türkiyeli teröristleri desteklediğini ileri sürerek bunlara karşı ivedi önlem alınmasını ister. Ardından CHP Kastamonu Milletvekili Sabri Tığlı‘nın "devlet güvenliği aleyhinde faaliyette bulunanların vatandaşlıktan atılması" önerisi TBMM Dışişleri Komisyonu’nda kabul edilir, ama 1980 Darbesi önerinin Meclis genel kurulunda yasalaştırılmasına olanak vermez.

Bu utanç verici fikri uygulamaya koymak 1981 yılında Evren Cuntası’na nasip olur… "Vatansızlaştırma"da hedef alınan ilk iki kişi darbeden sonra yurt dışına çıkmış olan Türkiye İşçi Partisi Genel Başkanı Behice Boran ile TÖB-DER Genel Başkanı ve Türkiye Sosyalist İşçi Partisi yöneticilerinden Gültekin Gazioğlu’dur.

Behice Boran'ın Türk vatandaşlığından atılıp ülkedeki malına mülküne el konulacağı, Avrupa başkentinde Cunta'ya karşı örgütlediğimiz 14 Şubat 1981 uluslararası protesto toplantısına katılmak üzere Brüksel'e gelmesinden birkaç gün sonra, Genel Kurmay Sıkıyönetim Askeri Hizmetler Koordinasyon Başkanlığı'nın 27 Ocak 1981 tarihli gazetelerde yayınlanan bir duyurusu ile açıklanmıştı.

Boran ve Gazioğlu’nun vatandaşlıktan çıkartıldıkları haberini ise Hürriyet Gazetesi 5 Mart 1981 tarihli sayısında şu manşetle veriyordu. "Acı Akıbet: Boran ve Gazioğlu artık ‘Türk’ değil!"

Tüm ömrünce Türkiye halkının daha özgür ve daha insanca bir yaşama kavuşması için mücadele vermiş olan Boran’ın bu haberi okuduktan sonra gözlerindeki buruk ifadeyi çok iyi anımsıyorum. 71 yaşındaki kalb hastası bir siyasal şahsiyet hakkında alınan bu karar, insanlık adına utanç vericiydi.

"Vatansızlaştırma" uygulaması Boran ve Gazioğlu ile de sınırlı kalmadı. Hemen ardından o sırada sürgünde bulunan Şanar Yurdatapan ve Melike Demirağ’a, DİSK yöneticilerine de yurda dönme çağrısı yapıldı. Şanar ve Melike’nin ilk hedeflerden biri olmasının nedeni de kısa bir süre önce Belçika Sinema Eleştirmenleri Derneği tarafından Türkiye’de hapiste bulunan Yılmaz Güney’in "Sürü" filmine verilen ödülü almak üzere Brüksel’e geldikleri sırada kamuoyuna cuntayı eleştiren açıklamalarda bulunmalarıydı.

Bir süre sonra Türkiye’de hapisten kaçarak Fransa’ya gelen ve Cannes Festivali’nde "Yol" filmiyle Altın Palmiye ödülü alan Yılmaz Güney başta olmak üzere Cem Karaca, Ali Baran, Mehmet Emin Bozarslan, Nihat Behram, Mahmut Baksı, Şah Turna, Fuat Saka, Demir Özlü, Yücel Top, İnci ve ben de dahil yüzlercemiz Cunta şefi Evren tarafından "kansızlar" diye suçlanarak vatandaşlıktan atıldık.

Sadece bizler mi? Cumhuriyet'in 6 Nisan 1987 tarihli haberine göre, 12 Eylül darbesini izleyen yedi yılda 26 bin kişiye askere gitmeyi reddetme dahil çeşitli nedenlerle "yurda dön" çağrısı yapılmış, 14 bin kişi vatandaşlıktan çıkartılmıştı. Yurt dışında "TC'nin iç ve dış güvenliği aleyhinde faaliyet gösterdiği" gerekçesiyle vatandaşlık hakkı kaybettirilenlerin sayısı ise Ulusu Hükümeti döneminde 81 iken Özal Hükümeti döneminde 120 olmuş, toplam 201 kişiye siyasal nedenlerle vatandaşlık kaybettirilmiş bulunuyordu.

Başbakan Özal, o tarihten sonra da hızını alamamış, 4 Mart 1988'de Brüksel'de yaptığı basın toplantısında kendisine Türkiye'de insan hakları ihlalleleriyle ilgili sorular sorduğumuz için öfkelenerek, Türk vatandaşlığından atıldığımızı İnci'yle bana Brüksel Başkonsolosluğu'nun 26 Mayıs 1988 tarihli iadeli taahhütlü yazısıyla ikinci kez tebliğ ettirmişti.

İslamo-faşist iktidarın yurt dışındaki muhaliflerini "vatansızlaştırma" ya da "malından mülkünden etme" girişimi ise, aslında yeni de değil... İçişleri Bakanlığı 5 Haziran 2017'de haklarında soruşturma yürütülen ve ülkede olmayan, aralarında HDP milletvekilleri Faysal Sarıyıldız ve Tuğba Hezer ile eski HDP Milletvekili Özdal Üçer ve Gülen Cemaati lideri Fethullah Gülen'in de bulunduğu 130 ismin 3 ay içinde Türkiye'ye dönülmezse vatandaşlıktan çıkarılacağını duyurmuştu.

Ancak aradan üç ay geçtikten sonra bu tehditten bir daha bahsedilmemiş, herhalde İçişleri Bakanlığı'nın çağrısı kış uykusuna yatırılmıştı.

Dün Resmi Gazete'de yayınlanan yeni kararla 40 yıl önceki insanlık dışı uygulama yeniden hortlatılmış, yurt dışındaki muhaliflere karşı diplomatik misyonlar, sağcı dernekler, Türk istihbaratının emrindeki tetikçiler aracılığıyla yürütülen baskı ve tehditlere bir yenisi daha eklenmiş oluyor.

Yurt dışındaki siyasal sürgünler ve muhalifler 40 yıldır Türk Devleti'nin bu türden terör uygulamalarına karşı şerbetlidir, kavgaları durmayacaktır.

Elli yıllık deneyimimle eşe dosta da tekrar diyorum ki, Türkiye'de demokrasi ve özgürlük mücadelesinde bir sonuç alınacaksa, bu ancak Türkiye insanını temsil eden siyasal partilerin inançlı ve kararlı mücadelesiyle, mevcut islamo-faşist rejimi yıkmak için kenetlenip güçbirliği kurmasıyla mümkündür.

Tarihine Münih yüz karası kazınmış Avrupa'dan fazla bir şey beklemeyelim!

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi