Akdeniz’de savaş tamtamları

Nasıl oldu da Yunanistan’la 1990’lardan bu yana dondurulmuş Ege statükosu yeniden bir kriz haline dönüştü? Ülke nasıl yeniden Kardak krizi günlerine döndürüldü?

1 Eylül Dünya Barış Günü geride kalırken, resmi söylem artan oranda savaş kokuyor. AKP iktidarının söylemi savaş diline hapsoldu. Doğu Akdeniz’de varsayılan doğalgaz kaynakları uğruna gerçek bir çatışma ihtimali her geçen gün yükseliyor. Gazete manşetleri neredeyse istisnasız savaş kokuyor, ekranlarda Yunanistan’a haddini bildirmeyen yorumcu yok gibi!

Peki ne oldu da AKP iktidarının ilk 17 yılında pek gündemi olmayan Yunanistan’la deniz yetki alanları meselesi bir anda baş gündem haline geldi?

Nasıl oldu da Yunanistan’la 1990’lardan bu yana dondurulmuş Ege statükosu yeniden bir kriz haline dönüştü? Ülke nasıl yeniden Kardak krizi günlerine döndürüldü?

Bu soruların yanıtı öncelikle ekonomiktir, kapitalizmin korona virüs pandemisi ile doruk noktasına varan bunalımıyla ilgilidir.

Zira kapitalizmde ekonomik krizler, üretimin ilk itici etkeni olan hammadde kaynakları üzerinde paylaşım ve yeniden paylaşım çatışmalarına, hatta savaşlarına yol açarlar.

Bu noktada özellikle enerji kaynakları üzerinde rekabetin altını çizmeliyiz. Doğalgaz ve petrol fiyatları görece düşük seyretse de bu kaynaklar üzerinde rekabet pandeminin başlangıcından bu yana misliyle şiddetlenmiştir.

Türkiye ekonomisinin 2018’den bu yana inişli çıkışlı seyir izleyen ve pandemi kapatmalarıyla dip noktasını gören krizi ise AKP iktidarının hammadde kaynaklarına yönelik fetihçi politikalarını beraberinde getirdi. Özellikle elektriğin elde edilmesinde kilit rol oynayan doğalgaza ulaşmak için Osmanlı ruhunu çağırıyor AKP.

Libya Trablus hükümetiyle imzalanan Mutabakat Muhtırası doğrudan bu politikanın bir sonucuydu. Bir taşla iki kuş vuracaktı AKP iktidarı. Hem Doğu Akdeniz’e yönelik deniz yetki alanları taleplerini resmi bir belgeye dökmüş olacaktı. Böylece bu bölgede çıkabilecek olası doğalgaz veya petrol rezervlerinde hak iddia edebilecekti. Hem de Libya gibi bir petrol ülkesini vesayeti altına almış olacaktı.

Ancak anlaşmanın iki temel kusuru bulunuyordu. İlkin, uluslararası geçerlilikten ve meşruiyetten yoksundu. Zira Türkiye BM Deniz Hukuku Sözleşmesini imzalamamıştı. Libya ise anlaşmayı Temsilciler Meclisinden geçiremedi. İkinci olarak ise, anlaşma Girit’i ve Rodos’u yok sayıyordu. Üzerinde Atina’dan daha fazla insanın yaşadığı bir ada nasıl yok sayılabilirdi?

Bu anlaşmanın temel hedefi Doğu Akdeniz’deki olası doğalgaz-petrol rezervlerinde ‘uluslararası hukuka’ dayalı olarak hak iddia etmek idiyse de gerçek sonucu tam tersi oldu. Mısır-Yunanistan Münhasır Ekonomik Bölge Anlaşması tam (eksiksiz) uluslararası meşruiyetiyle geldi, bu anlaşmayı süpürdü üzerine yerleşti. Mısır’ın eski (ve son) Ankara Büyükelçisi Abdurrahman Selahaddin’in da açıkladığı üzere, Mısır bu anlaşmayı imzalamak için 20 yıl boyunca Türkiye ve Yunanistan’ın aralarındaki deniz sınırı meselelerini çözmesini beklemişti. Ancak ne zaman ki AKP iktidarı Libya’ya yönelik fetihçi politikalara girişti ve Trablus ile o anlaşmayı imzaladı, Mısır’ı da Yunanistan’la bu anlaşmayı yapmaya itmiş oldu. Ancak Mısır yine de, anlaşmayı 26-28. Boylamlar arasıyla sınırlı tutarak, Rodos doğusunu (Kaş-Meis güneyi) bu anlaşmaya dahil etmeyerek Ankara’ya göz kırpmış oldu.

Mısır ve Yunanistan’ın her ikisi de BM Deniz Hukuku Sözleşmesine taraf olduğu gibi, her ikisi de meclislerinden bu anlaşmayı geçirecek gibi görünüyorlar.

Adaların kıta sahanlığı ve Münhasır Ekonomik Bölgesi bulunduğunu kabul etmeyen (BM Deniz Hukuku Sözleşmesini de bu yüzden imzalamayan) Ankara’nın pozisyonu Mısır-Yunanistan MEB anlaşması ile iyice zayıflamıştır.

Ancak AKP iktidarı bu koşullarda da bir güç gösterisine girişerek, Mısır-Yunanistan hattının (26.-28. boylamlar arası) doğusunda, elinin nispeten güçlü olduğu bölgede Navtex (Seyrüsefer Teleksi) ilanları yaparak Kaş/Meis güneyindeki bölgeyi askeri denetime almaya çalıştı. Ancak bu denemede neredeyse bütün Avrupa Birliğini karşısında buldu. Uluslararası hukuka dair iddialar yine havada kaldı. Zira Türkiye ne bu iddialara zemin oluşturan BM Deniz Hukuku Sözleşmesini imzalıyor, ne de bu anlaşmanın öngördüğü yargı yetkisini kabul ediyor. Dolayısıyla pozisyonunu tekyanlı askeri güçle dayatan konumda duruyor. Ancak hiçbir müttefiki olmadığı için bu konum çok zayıf kalıyor.

Erdoğan yönetiminin taktiği, bir yandan askeri güç kullanımı tehditlerinin en üst perdeden kullanılması (ki bunun iç politikada da bir işlevi var) diğer yandan da müzakereye, diyaloga çağrı yapılması şeklinde özetlenebilir. Bir yandan "meydan okuyoruz" dili, diğer yandan müzakerelere güzelleme.

AKP Genel Başkanı, Yunanistan’a yönelik savaş tamtamları çalarak, partisinin siyasetteki etki gücünü artırmayı, İYİP ve CHP’yi arkasına almayı hedefliyor. Ama diğer yandan uluslararası pozisyonunun olağanüstü zayıflığının da farkında. Bu bakımdan içeriye savaş tamtamlarını çalarken, dışarıya müzakere güzellemeleri yapmayı ihmal etmiyor.

Akdeniz’de yükselen tansiyonda, Paris, Roma ne kadar doğalgaz peşindeyse, Atina, Ankara da o kadar doğalgaz peşinde. Dolayısıyla mevcut gerilim, bütün tarafları bakımından bir doğalgaz paylaşım rekabetidir. Henüz bulunmamış gaz rezervlerini önden paylaşma ve yer tutma kavgasıdır. Ola ki gaz bulunsa bundan yararlanacak olan doğalgaz tekelleri olacaktır. Vatandaşın doğalgaz faturasında hiçbir rahatlama getirmeyecektir. Türkiye’de de bir avuç yandaş enerji şirketi dışında kimseye faydası dokunmayacaktır o rezervlerin. Kaldı ki, üzerinde tepinilen doğalgaz bir fosil yakıttır ve kullanımı atmosfere saldığı gazlarla ozon tabakasının delinmesine yol açmaktadır.

Ve tekraren söylemekte yarar var: Dünyanın bütün doğalgazını toplasanız tek bir gencin canı etmez.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Alp Altınörs Arşivi