Askeriyle, siviliyle, tüm sanıklar kalksın ayağa!

Asker-sivil cürüm ortaklığının unutulmaz örneklerinden biri üç devrimci gencin tüm partilerden milletvekillerinin onayıyla 6 Mayıs 1972'de katledilmiş olmasıdır.

Yarın 12 Mart... Cumhuriyet tarihinin en karanlık sayfalarından birinin 50. yıldönümü... CHP'nin tam 23 yıl süren tek parti diktası, DP'nin 10 yıl süren demokrasi aldatmacası ve onu izleyen iki yıllık NATO-CENTO patentli 27 Mayıs darbe rejimi... Tam 35 yıl süren zifiri bir karanlık... 60'lı yıllarda işçi sınıfımızın başını çektiği, yoksul köylülüğün, devrimci gençliğin ve Kürt halkının kitleler halinde saf tuttuğu tarihsel uyanış ve direniş... 1971'in 12 Mart'ı, bu uyanış ve direnişe alçakça darbenin indirildiği gün...

Üzerinden 50 yıl da geçmiş olsa, radyolarda sık sık tekrarlanan sıkıyönetim bildirileriyle, duvarlara, sınır kapılarına asılan resimli Arananlar afişleriyle hedef alınmış bir gazeteci olarak o darbenin anons edildiği günü unutmam mümkün değil.

12 Mart 1971 günü, Ant dergisinin Nisan sayısına girecek yazıları hazırlamak üzere en son belgelerini ve gazete kupürlerini toplamış, Kazancı Yokuşu'ndaki dairemizde çalışıyor, radyo falan da dinlemiyordum.

Saat 13'ü biraz geçmişti ki Ant'taki bürosundan İnci telefon etti: "Radyoyu dinledin mi? Komutanlar hükümete muhtıra vermişler. Haberi radyoda buraya matris almaya gelmiş Niğde'li hamallarla birlikte dinledik. 'Asker geliyor, işler yine boka saracak' diyorlar."

"Haklılar" dedim, "Sen gereken güvenlik önlemlerini şimdiden al. Ben yine de derginin yazılarını yetiştirmeye çalışacağım."

Gerçekten de darbenin geleceği belliydi... 12 Mart muhtırası verilmeden bir süre önce darbenin ilk hazırlığında yer alan, ancak 9 Mart'ta tasfiye edilen "radikal subaylar" kanadından tüm sol gruplara olduğu gibi Ant'a da sarkma olmuştu.

Ant'ın yazı kurulundan TÖS İstanbul Şubesi Başkanı Süleyman Üstün bir gün bana gelmiş, öğretmen hareketiyle de ilişki kuran radikal subayların dergimizin anti-emperyalist mücadelesini takdirle izlediklerini, ancak Kürt sorunundaki tavrımızdan dolayı doğrudan ilişki kurmaya çekindiklerini belirterek "En azından bir süre bu sorunu öne çıkartmamamızın hem kendi hareketleri açısından, hem de Ant açısından yararlı olacağını söylüyorlar" demişti.

"Hayır," diye yanıtlamıştım. "Biz bu konuda susmayız ve ödün de vermeyiz. Lütfen sana bu mesajları iletenlere söyle, onların tercihlerine uygun yayın yapan Doğan Avcıoğlu'nun Devrim Dergisi var, onlara yeter. Zaten Mahir Kaynak gibi karanlık bir takım kişilerle içli dışlı ilişkideler. Birlikte birtakım provokatif toplantılar düzenliyorlar. Biz bunlarda yokuz ve de bildiğimiz yolda devam ederiz."

Süleyman Üstün de aynı kanıdaydı... "Senin değerlendirmene tamamen katılıyorum. Mesajı getirenlere bunu aynen ileteceğim" demişti.

Ordu hiyerarşisinin bize husumeti daha Ant'ın 1967'deki ilk sayılarında Doğu Anadolu'ya atom mayınları döşenmesine karşı yaptığımız eleştiriler üzerine başlamıştı, Genelkurmay Başkanı Cemal Tural'ın çift aylı emriyle "vatana ihanet"ten yargılanmak üzere Selimiye Kışlası'ndaki askeri mahkemeye sevkedilmiştim.

Ama onları asıl çileden çıkartan, tüm subayları kapitalist sınıfa entegre etmeyi amaçlayan Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK)'ın içyüzünü açıklamamız ve 15-16 Haziran direnişinden sonra sıkıyönetim ilan edilip de işçi liderleri askeri mahkemeye sevkedildiğinde Ant'ın kapağından "Kapitalistleşen subaylar işçileri yargılayamaz" sloganıyla yaptığımız karşı çıkış olmuştu. Bu nedenle de askeri mahkemeye çağrılarak tehdit edilmiştim.

Ant'ın Nisan 1971 sayısında askeri müdahalenin geliş sürecini belgelerle ortaya koyduktan sonra yazı kurulumuzun ortak görüşü olarak şu çağrıyı yaptık: "Generallerin ultimatomuyla Demirel Hükümeti'nin düşürülmesi ve yerine 'partiler üstü' bir hükümet kurma teşebbüsüne girişilmesi, bir yandan hakim sınıfların ve onların parlamentodaki temsilcilerinin arasındaki çelişkileri iyice şiddetlendirirken, bir yandan da ordunun kilit noktalarındaki radikal unsurların tasfiyesi, küçük burjuva reformculuğuna bağlanan tüm umutları iflas ettirmiştir... Faşist yönetimin her çeşidi çökmeye mahkumdur... Halkın kurtuluşu devrimci işçi-köylü iktidarındadır."

Ayrıca 5 Mart 1971'de Kırıkhan'da devrimcilerin ve Alevilerin işyerlerini ve evlerini hedef almış olan pogromla ilgili ayrıntılı bir rapor verdik, hiçbir gazete veya derginin yer vermediği Deniz Gezmiş'lerin THKO bildirisini de tam metin yayınladık.

12 Mart Muhtırası'na karşı sol çevrelerde farklı değerlendirmeler vardı. Özellikle de muhtıranın verilmesinden sonra istifa etmiş olan Demirel Hükümeti'nin yerine CHP'li Nihat Erim'in başbakanlığında Attila Karaosmanoğlu, Attila Sav ve İhsan Topaloğlu gibi planlama uzmanlarının da katılımıyla bir sözde "reform hükümeti" kurulması üzerine DİSK dahil birçok ilerici örgüt yeni iktidara temkinli de olsa destek veriyordu.

Ancak 12 Mart "Reform Hükümeti"'nin foyası da birkaç gün içinde çıktı. Bunun üzerine solda alternatif çözüm yolları tartışılmaya başladı. DİSK, Ankara'da TÖS'ün ve çeşitli ilerici sendikalarla meslek odaları temsilcilerinin katılımıyla bir değerlendirme toplantısı düzenleme gereksinimini duydu.

Toplantıdan sonra yeni kurulan hükümete bir karşı-muhtıra verilmesi kararlaştırıldı. Muhtırada şöyle deniyordu:"İşçi sınıfının anti-kapitalist mücadelesini ve onun önderliğinde kitlelere anti-emperyalist bilinç götürmek yolundaki çalışmaları 'anarşiyi önlemek' bahanesiyle ezmeye yönelecek her türlü anayasa dışı tutuma karşı mücadeleye kararlı olduğumuzu açıklarız."

Ancak artık çok geçti... Askerlerin kuklası olan "Reform Hükümeti" Meclis'te ana muhalefet partisi CHP de dahil tüm partilerin güven oyunu aldıktan sonra ABD emperyalizminin ve Türkiye'deki işbirlikçi sermayenin dayattığı "devlet terörü"nü etap etap uygulamaya başladı.

Bunun üzerine Ant'ın Mayıs 1971 başında yayınlanacak sayısında, cuntanın Erim Hükümeti aracılığıyla uygulayacağını açıkladığı "Reform ve Huzur Planı"nın içyüzünü somut verilere dayanarak ortaya koyduktan sonra kurulan iktidarın"sanayici-subay kompleksi"nin iktidarı olduğunu vurguladık, Türkiye devrimci güçlerini tüm olanaklarını kullanarak bu iktidara karşı koymaya çağırdık.

Ant'ın dizgisi bitip de bağlanan sayfalar baskıya gönderildikten sonra haftalardır ilk kez evde doğru dürüst bir yemek yemeye karar verdik. O dönemde TRT'nin İstanbul Radyosu'nda program yapımcısı olarak çalışan kardeşim Çiğdem de gelecekti. Kendisi bir programında Fransız sanatçısı Serge Regianni'nin "Bay Başkan" adlı Fransızca şarkısını çaldığı için günlerce Birinci Şube'de sorguya çekilmişti.

Gerekli alışverişi yaptıktan sonra Yeni Cami'nin arkasındaki bitki satıcılarını dolaştık. Evleneli 6 yılı aşmıştı. Ben 35 yaşındaydım, İnci de 31... Kazancı Yokuşu'ndaki dairemizin geniş balkonunu küçük bir bahçe haline getirmeyi uzun zamandır özlüyorduk. Ne ki içimiz gittiği halde hiçbir şey almadık. Türkiye'yi ve de bizleri zor günler beklediğinin bilincindeydik. Balkonu yeşillendirmenin zamanı değildi...

Akşam Çiğdem de geldi. Güzel bir sofra donattık. Tam yemeğe koyulacaktık ki, yayınevinden bir arkadaş telefon etti, "Buralarda bir şeyler oluyor. Sokaklarda devriyeler yoğunlaştı" dedi.

Ne olup bittiğini anlayabilmek için sürekli radyoları dinliyorduk. Asayiş berkemal görünüyordu. Saat 21'de sıradan bazı haberler verildi. Tam radyoyu kapatacaktık ki, Başbakan Nihat Erim'in konuşması yayınlanmaya başladı. İstanbul, Ankara ve İzmir de dahil 11 ilde sıkıyönetim ilan edilmiş ve Balyoz Harekatı başlatılmıştı.

Derhal İnci'yle dinlenme tehlikesi olmadığını düşündüğümüz arka odaya geçtik, ne yapılabileceğini tartışmaya başladık. Sıkıyönetim koşullarında dergi dağıtıma verilebilir miydi? Askerler zaten Ant'a diş bilediğinden bu sayının derhal toplatılacağı, hakkımızda yeni dâvalar açılacağı, hatta tutuklanacağımız kesindi. Ama darbeyi hazırlayan nedenleri Türkiye ve dünya kamuoyunun öğrenebilmesi için bu sayının mutlaka okuyucuya ulaşması gerekliydi. Dergi piyasaya çıkıncaya kadar da tüm güvenlik tedbirlerini almalı, bizim tutuklanmamızdan sonra da yayınevinin ayakta kalabilmesi için birlikte çalıştığımız arkadaşları bu döneme hazırlamalıydık.

Hemen evdeki önemli belgeleri, yazışmaları İstanbul dışında başka bir adrese iletilmek üzerine babamdan kalma körüklü bir meşin bavula tıkıştırdım. Ardından Ant bürosuna da uğrayıp orada kalan arkadaşlara tüm önemli yazışma belgelerini, adresleri güvence altına almalarını bildirdim.

Ertesi sabah Ant'ın basıldığı matbaaya uğradık... Sıkıyönetim ilan edilir edilmez polisler matbaayı basmış, fakat bir şey bulamamışlardı. Ant dergisinin sadece yazı kurulu değil, onun dizgisini, baskısını, dağıtımını yapanlar da aynı siyasal duruşu paylaşıyordu.  Sıkıyönetim ilan edildiğini öğrenince, matbaa çalışanları basılmış Ant formalarını, yine orada basılmış olan Kur'an formalarının altında saklamışlardı, bu nedenle polisler de bir şey farketmemişlerdi.

Baskından sonra formalar derhal ciltçiye gönderilmiş, orada da bekletilmeden ciltlenerek dağıtıma hazır hale getirilmişti. Her zamanki gibi derginin hemen dağıtıma girmesi için tüm etiketler ve paket kağıtları çok önceden hazırlanmıştı. Dergiden iki adet alıp mücellithanenin sahibiyle ve çalışanlarıyla vedalaşıp ayrıldık.

Bu son sayı da bir kaç saat içinde büyük bir başarıyla Türkiye'nin dört bir yanına ulaştırıldı. Ertesi sabah Ant sıkıyönetim sonrası tüm gazete bayilerinde okuyucuya ulaşan tek sol yayındı, "Sanayici-subaykompleksi"nin iktidarı, Vehbi Koç'un "holdingleşme" planı, Erim Hükümeti'nin bu planın uygulanmasındaki rolü üzerine belgesel açıklamalarla doluydu. Dağıtılan dergiler her yerde birkaç saat içinde kapışılmış, tükenmişti.

30 Nisan 1971 sabahı Çiğdem'in evinde son görüşmelerimizi yaparken tüm radyolarda İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı'nın bildirisi okunmaya başladı. "Türk Ceza Kanunu'nun 142, 311, 312, 156 ve 159. maddelerini ısrarla ihlal eden Ant Dergisi'nin süresiz olarak kapatıldığı, sorumluları hakkında gerekli kanuni takibata geçildiği" bildiriliyordu.

Ya Sıkıyönetim Komutanlığı'na kendiliğinden teslim olacaktık ya da bir yerlerde kıstırılırsak yakalanıp işkenceden geçirilmeyi, belki de vurulup öldürülmeyi göze alacaktık.

Yazı kurulunun ulaşabildiğimiz üyeleriyle Boğaz sırtlarındaki ormanda yaptığımız toplantıda arkadaşlar aynı görüşteydi: "15-16 Haziran'dan sonraki sıkıyönetim sorgulamasında subaylar sana bir daha oraya düşersen girdiğin gibi çıkamayabileceğini söylemişlerdi... Ant'ın son sayılarındaki açıklamalardan sonra sen sıkıyönetim zındanlarından sağ mı çıkarsın, sakat mı çıkarsın belli değil. En iyisi İnci'yle birlikte bir yolunu bulup sürgüne çıkın... Yurt dışında çok insan tanıyorsunuz... Orada Cunta'ya karşı demokratik direniş başlatın."

Evet, o günden itibaren tamamen illegaldeydik, 11 Mayıs 1971'de sahte pasaportla Türkiye'yi terk ettikten sonra da 50 yıldır sürgündeyiz.

Yurt dışındaki mücadelelerimizden dolayı 12 Eylül 1980 darbesinden sonra Türk vatandaşlığından da atıldık. Türk Devleti'nin baskıları yüzünden Belçika'da çalışma ve oturma izni talebimiz yıllarca reddedildi, Almanya'dan sınırdışı edildik, Fransa'ya girişimiz yasaklandı. İnfo-Türk'ün yayınları nedeniyle Ankara rejimlerinin hizmetindeki diplomatik misyonlar ve medya tarafından sık sık hedef gösterildik.

Her şeye rağmen bizler, ileri yaşımıza rağmen darbeden tam 50 yıl sonra da mücadelemizi aynı kararlılıkla sürdürüyoruz.

12 Mart darbesinin 50. yıldönümünde bu darbenin nedenleri, devlet terörü, demokratik direniş ve uluslararası tepkiler üzerine İnfo-Türk'ün sosyal medyasında hatırlatmalar yapmaya devam edeceğiz.

Türkiye'de ve sürgündeki mücadelelerimizi 10 yıl önce iki cilt halinde yayınlanan "Vatansız" Gazeteci adlı anılarımda ayrıntılı olarak anlatmıştım.

50 yıllık sürgünümüzde çeşitli gazete ve dergilerde yazdığım yazıları, bizimle yapılan röportajları içeren Sürgün Yazıları'nın dördüncü cildi ile dört ciltten seçmelerin Fransızca çevirilerini içeren Ecrits d'exil adlı kitap darbenin 50. yıldönümünde yayınlanmış bulunuyor.

Bugünden 50 yıl geriye baktığımda diyeceğim o ki, 1960, 1971 ve 1980 darbelerini yaşamış bizim kuşağın mensupları için darbe tehlikesi ya da tehdidi Türkiye coğrafyasında asla tamamen yok olmamıştır.

Unutulmamalıdır ki darbecilik ta İttihat ve Terakki’den beri Türk Ordusu’nun fıtratında mevcuttur. Konjonktürel durumlar, siyasal ve ekonomik yaşamdaki altüst oluşlar kuşkusuz darbelerin amaçlarını, teşvikçilerini ve destekçilerini, örgütleniş biçimlerini, hiyerarşik yapılanmalarını ve de kurdukları iktidarların formunu değişikliklere uğratmıştır.

Ama tüm darbelerde egemen olan zihniyet, muhayyel iç ve dış düşmanların tehditleriyle tehlikeye düşen vatanı kurtarmak, egemen sınıflardan yana işleyen düzeni ayakta tutmak, bunun için öncelikle özgürlük ve insan hakları mücadelesi veren sol örgütleri, Kürt direnişini ezmektir.

Bu amaçların gerçekleştirilmesine mevcut düzen partileri ortak edilebileceği gibi, onlar da ayak bağı olarak görülüyorsa tüm partiler kapatılıp yasama yetkisi de tamamen askeri cuntanın elinde toplanabilir.

Ya da günümüzde olduğu gibi, islamo-faşist bir sivil yönetim, "çakma darbe girişimi"ni bahane edip orduyu tamamen kendi zaptu raptına bağlayarak aynı işlevi pervasızca yerine getirebilir.

Asker-sivil cürüm ortaklığının unutulmaz örneklerinden biri hiç kuşkusuz 12 Mart 1971 darbesinden sonra askeri mahkemece idama mahkum edilen üç devrimci gencin, Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan'ın tüm partilerden milletvekillerinin onayıyla 6 Mayıs 1972'de katledilmiş olmasıdır.

Bunun içindir ki, bu kara yıldönümünde yüksek sesle haykırmak tüm devrimci ve demokratların hakkıdır: Askeriyle, siviliyle, tüm sanıklar kalksın ayağa!

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi