Aynı hatalar

Geçtiğimiz hafta önemli bir kaç gelişme yaşandı. Bunları kısaca aktarmaya çalışayım.

NATO toplantısı

ABD’de Biden’ın başkanlık koltuğuna oturması sonrası gerçekleşen ilk NATO zirvesi çevrim içi olarak düzenlendi. ABD Savunma Bakanı Austin’in de katıldığı toplantı iki gün sürdü. Yapılan tartışmaları basına yansıdığı kadarıyla özetleyecek olursak ilk başlık "caydırıcılık ve savunma aktiviteleri için ödemelerin artırılması" buradan oluşan "ek kaynağın özellikle Rusya'ya komşu doğu kanadının güçlendirilmesi için" kullanılmasıydı.

İkinci dikkat çeken konu, ABD ve Taliban arasında varılan anlaşma gereği Afganistan'da NATO’nun görevinin sona ermesi konusuydu. Yapılan müzakereler sonrası bu mesele ile ilgili karar almanın bir ileri tarihe bırakıldığı açıklandı. Trump yönetimi ve Taliban arasında Şubat 2020'de imzalanan anlaşma ile NATO misyonu çerçevesinde bulunan yabancı güçlerin ülkeyi 1 Mayıs'tan önce terk etmesi öngörülüyor. Fakat gerek Taliban’ın anlaşmaya uymadığı gerekse de daha önce de olduğu gibi Taliban’ın tüm ülkeyi boyunduruk altına alacağı gerekçesiyle NATO üyesi çoğu yönetim geri çekilmenin ertelenmesinden yana tavır alıyor.

Bizi daha yakında ilgilendiren bir diğer kararsa Irak’taki NATO askeri sayısının 500’den 4 bine çıkarılması oldu. IŞİD’e karşı mücadele gerekçe gösterilse de bu adım asıl olarak İran’a dönük ve bölgedeki NATO müttefiki olmayan başka güçleri de hedefleyebilir. (Son toplantıya da yansıdığı üzere TC yetkilileri NATO’nun Irak’taki asıl hedefinin Kürt hareketi olması gerektiği propagandasını yapıyor.) ABD’nin BM Güvenlik Konseyi’ne Trump yönetimi tarafından yapılan, İran’a yönelik tüm BM yaptırımlarının yeniden yürürlüğe konulması gerektiği iddiasını geri çekmesi ve İran’ın nükleer anlaşma ile öngörülen yükümlülüklerine kati şekilde uyması halinde ABD’nin de bunu yapacağı ve İran’la bu konuda görüşmeye hazır olduğu açıklaması, bu durumla çelişen bir gelişme değil. Aksine zaman içinde birbirini tamamladığı görülecektir.

Bu gelişme aynı zamanda, güçlerinin ağırlığını Çin’e karşı Pasifik bölgesine kaydırmak isteyen ABD yerine bölgenin genelinde TC’nin de dahil olduğu "daha meşru" görüntü veren NATO’nun devreye girmesi anlamına geliyor. Muhtemelen önümüzdeki süreçte mevcut paylaşım savaşının katmerlenmesine dönük bunun çok boyutlu sonuçları olacak. Buradaki NATO gücünün görev alanının Irak’la sınırlı olmayacağı ise şimdiden görülebilir.

Bu politikanın vurmayı hedeflediği kuşlardan biri NATO içinde bir çatlak olmayı sürdüren TC’nin pozisyonu. NATO açısından TC’nin bu "arızalı" durumu hem Orta Doğu hem de Karadeniz vb bölgelerde işe koşularak onarılması hedefleniyor olabilir. En azından Rusya ve İran ile karşı karşıya gelerek S-400’den de kurtulmaya zorlanacağı bir pozisyonun açığa çıkması çok normal. Olur mu bu ayrı mesele. Fakat halihazırda İran’ın TC’nin Güney Kürdistan’daki ilerleyişinden rahatsız olduğu biliniyor. Başika üssü bu rahatsızlık kaynaklarından biri. Son geliştirilen Garê saldırısı da öyle. Şengal ve çevresindeki Haşdi Şabi gücünün 20 bine çıkarılması da tesadüf olmasa gerek. İran TC’nin Musul ve Kerkük’ü işgali hedeflediğini görüyor. Fakat bu meseleyi şimdilik açıktan tartışma konusu yapmıyor.

Geçen hafta içinde Haşdi Şabi bağlantılı Ashabül Kehf isimli bir grubun Başika Kampı'ndaki Türk birliklerine atıldığını belirttiği bir füze görüntüsü paylaşması tesadüf olmasa gerek. Sonrası Hewlêr’de ABD üssüne dönük yapılan saldırı öncekilere göre daha ciddiye alınır düzeydeydi. Füze saldırısında açıklandığı kadarıyla Amerikalı bir sivil hayatını kaybederken beş sözleşmeli personel ile bir asker de yaralandı. Saldırıyı çok adı duyulmamış "Saraya Evliya el Dam" adlı Haşdi Şabi’ye yakın bir örgütün üslendiği ifade edildi. Fakat bu doğrulanmadı. Ambargo altında ciddi sıkıntılar yaşayan İran, ABD ile müzakerelere başlamayı önüne koymuşken böyle bir saldırının olmasını ister miydi sorusu ortada duruyor.

Bu bölümü kapamadan geçen hafta içinde gerçekleşen bir olaya daha dikkatinizi çekmek istiyorum. İran-Afganistan sınırında bir yakıt tankerinin patladığı bunun yol açtığı yangında 60 kadar insan yaralanırken, yaklaşık 500 tır vb. aracın yanı sıra bin beş yüz taşınmakta olan binek otunun da yandığı haberlere yansıdı. Özellikle İran tarafının milyonlarca dolar zarara uğradığı böyle bir olayın elbette kazaen de olmayacağını söyleyemem ama bazı "becerikli" eller de dokunmuş olabilir.


Soçi’de Astana müzakereleri

Geçen hafta Astana formatında görüşmelerin bir devamı olarak Soçi’de, Türkiye, İran, Suriye hükümeti, TC’nin desteklediği "Suriye muhalefeti"nden heyetlerin yanı sıra BM’den bir heyet bir araya geldi. Adeta yine havanda su dövüldü: Esad hükümetiyle "muhalefet" uzlaştırılmaya çalışıldı ama neyin niye işletildiği açık olmayan toplantılardan bu yönde bir sonuç çıkmadı.

Taraflar yine inanmadıkları bir metne imza attılar. Suriye’nin toprak bütünlüğünden bahsederken IŞİD, EL Kaide türünden örgütleri yok etmeyi bir kez daha önlerine koydular. Özellikle ortada TC’nin işgal ettiği bölgeler, oralarda kalıcı olmaya çalışması, El Nusra vb.leriyle süren aleni iş birliği ortadayken bunlara imza atmak, TC’yi idare etmekten ibaret değilse sanıyorum ABD basınında çıkan "TC 5 milyon Suriyeliyi koruyor" haberlerindeki alaycı, acımasız, pazarlamacı zihniyetin bir benzeri olmalı. Burada ABD ile ilgili bir parantez açalım. ABD’de Halkbank davasında daha önce de gündeme gelip reddedilen "yabancı bir kuruluş olduğu için Amerikan mahkemelerinde yargılanmayacağıyla" ilgili Halkbank’ın talebinin bu kez New York İkinci Bölge İstinaf Mahkemesi’nce dikkate alınıp davanın geleceğinin belirsiz bırakılması; TC’nin işgal ettiği alanlardaki politikalarına sessiz kalan BM raporlarına da bakınca TC’nin lobi faaliyetleri için sağa sola saçtığı paralar yerini buluyor, pazarlıklar yapılıyor diye düşünmek kaçınılmazlaşıyor.

Tutarsızlıklar yine çoğu zaman olduğu gibi Soçi toplantısı sonrası Putin-Erdoğan, Lavrov-Çavuşoğlu arasında geçen telefon konuşmalarıyla ilgili açıklamalara da yansıdı. Benim bütün bunlardan anladığım Putin yönetiminin asıl muradı S-400 üzerinden yapılan TC’nin fabrika ayarlarına dönme tartışmasında Erdoğan yönetimine bir kere daha sınırları gösterilmek istendi. Rusya’nın S-400 anlaşmasına konulan bazı sigortaların varlığının altını çizen uyarılarının yanı sıra  bugünlerde TC aleyhine yeni dosya başlıklarını gündeme getirmesi şaşırtıcı olmaz.(1)

Aynı zamanda önümüzdeki günlerde olası İdlib operasyonunun zemini de Putin'in Suriye Özel Temsilcisi Aleksandr Lavrentyev ‘in ağzından "Türkiye'nin İdlib'i kontrolü altında tutan terör grupları üzerinde yeterli nüfuza sahip olmadığı" söylenerek oluşturuluyor. Türkiye’nin ikili oyunu için de "aslında biliyoruz" demiş oluyorlar.

ABD’nin dış politikada "değerler"e dayanan yaklaşımı

Geçenlerde Washington’daki düşünce kuruluşu Wilson Center’ın düzenlediği panelde ABD’nin eski Suriye özel temsilcisi James Jeffrey de söz almış. Jeffrey’in TC-ABD ilişkileri açısından dile getirdiği sözler tartışılabilir fakat arada bir cümlesi özellikle dikkatimi çekti. 

"Soğuk Savaş’tan sonra batı dünyasının dış politikada Franco gibi bir diktatöre komünist karşıtı diye NATO’nun kucak açabildiği jeo-stratejik realiteden dış politikada değerlere dayanan bir yaklaşıma geçtiğini" söylüyor.

Bu cümlede kafamı kurcalayan kısım "dış politikada değerlere dayalı bir yaklaşım"la  acaba kendisinin Suriye’de izlediği politik çizgiyi nasıl bağdaştırıyor oluşu. Henüz işgalci bir diktaya yardımcı olmanın hangi kültürde değer olabileceğine ilişkin yeterince malumatım olmadı. Sayın Jeffrey’e sorsak da söylemez sanıyorum ama tıpkı kendisi gibi Amerikan vergi mükelleflerinin tasarruflarıyla maaşı ödenen bir askere "değerler" bahsinde belki kulak verebilir.

İşin tarihsel boyutuna gelince ABD ve belli başlı Avrupa ülkeleri sadece Franco’ya sahip çıkmadılar, sırasıyla Horthy, Mussolini, Hitler ve Salazar’ı da sevdiler, en azından zulümleri karşısında tavırsız kalarak desteklediler. Bu saydıklarım sadece Avrupa’da olanlar, dünyanın geri kalanında liste epey uzun. Bugünlerde Nazi Almanyasıyla Sovyetler Birliği halklarını eşitleyen "mantık"larıyla da aynı cinayeti tekrar tekrar işlemekle meşguller. Almanya, Fransa, İspanya, Macaristan, Bulgaristan, Ukrayna… gibi ülkelerde neo-naziler bugün tekrar gururla rap rap caddelerde yürüyorsa biraz da bu akıl sayesinde.

Peki Batı Paris’te üç Kürt kadın devrimci öldürülürken ne yaptı? Diktatörlük bütün rezilliğiyle Türkiye’de hüküm sürüp sağa sola saldırırken ne yapıyor?(2)

Kendi kendilerine ihanetlerini varlığı yokluğu epeydir tartışılır hale gelmiş solun köküne kibrit suyu ekerek sağaltacağını sananlara ise söyleyecek söz yok!

Yazıyı bitirirken yine de bir konuda Jeffrey’in hakkını vermek lazım. Tıpkı İ. Hakkı Pekin gibi o da devletini, politikacılarını bizden daha iyi tanıyor. Yukarıda bahsi geçen panelin soru-cevap bölümünde ABD’de yeni yönetimin demokrasi ve insan haklarını dış politikanın unsurlarından biri olarak görmesi de gündeme gelmiş.

Jeffrey bu konuda şunları söylüyor:

"Bütün yönetimler her şeyi yapabileceklerini düşünerek göreve gelir. Özellikle 2021 yılında ABD dış politikası önceliklerden ve tercihlerden ibaret olacak. ABD güvenliğe dayalı bir uluslararası düzende dünyaya liderlik mi edeceğinin yoksa bütün dünyayı Danimarka’ya çevirme rolünü mü üstleneceğinin kararını vermek zorunda kalacak. Bu durumda da sadece Türkiye değil Suudi Arabistan, Mısır ve Filistin sorunu konusunda da İsrail ile bile ciddi sorunlar yaşayacaksınız. Bu dört ülke olmadan bölgeye nasıl uçak ya da gemi göndereceksiniz?" (3)


(1) https://artigercek.com

(2) https://artigercek.com

(3) https://www.amerikaninsesi.com

Önceki ve Sonraki Yazılar
Aykan Sever Arşivi