Balabanlı Gül Ağa'nın Ermeni Soykırımı'ndaki rolü

Balabanlı Gül Ağa'nın Ermeni Soykırımı'ndaki rolü
Dersim'in Değerleri ve Gül Ağa tartışmasına bir katkı...

Hovsep HAYRANİ


Dersim Belediyesi tarafından "Dersim'in Değerleri" başlığı altında sunulan afiş geçtiğimiz hafta tartışma konusu olmuştu. Afişte bir araya getirilen portrelerin gelişi güzel seçilmiş olması bir yana, Gül Ağa gibi 1915 Ermeni Soykırımı'nın önemli faillerinden birine yer verilmesi şok ediciydi. 

Bunu eleştirenler arasında bulunduğum için Artı TV tarafından aynı hafta konunun ele alındığı Tarihin Peşinde programına davet edildim ve ikinci bölümünde söyleşiye dahil oldum. Orada zaman darlığından dolayı giremediğim yönleriyle Gül Ağa profilini tamamlamak üzere, "Yukarı Fırat Ermenileri 1915 ve Dersim" başlıklı kitabımdan buraya bazı pasajlar aktaracağım.

Basına yansıyan ilk eleştiriler üzerine belediyenin kültür kolu adına açıklama yapan Metin Kahraman, Gül Ağa'nın Ermeni katili bir İttihatçı olarak eleştirildiğini de belirtmesine rağmen, sorunun o yönünü yorumsuz geçerek, ondan "Dersim'in Rus işgaline karşı direnişini örgütleyen" ve "bugün de sevilen, sayılan bir toplum lideri" olarak söz etmeyi yeğlemişti. Açıklamasının sonunda ise "Tarihi başkalarının referanslarıyla yorumlamak yerine dedelerimizin hikâyelerine dönersek, Dersimlilerin hangi dönemde nasıl tavır aldıklarını, siyasi stratejilerini daha iyi anlarız" demişti. 

Bu kısa açıklamanın bir çok ciddi problemi ve yanlışı vardı. Birincisi soykırım suçunun bazı hallerde görmezden gelinebileceği, ikincisi yabancı işgaline karşı duran kişinin her halükarda şerefli sayılabileceği, üçüncüsü Ermeni tanık ifadelerini "başkalarının referansları" diye ötelemenin mümkün ve makul olduğu, dördüncüsü de Gül Ağa gibi Dersim'in dış çeperinde yer alan ve keskin İttihatçı olan birinin oynadığı rolü Dersimlilerin muhtelif tavırlarıyla birbirine karıştırma durumuydu. Bunlardan en önemli gördüğüm birincisi ve üçüncüsüne konuşmalarım içinde çok kısa değindim. Diğerlerini de burada belirtmekle yetinip Dersimli aydınların benzer konularda daha duyarlı olmalarını salık vermek istiyorum.   

Birinci Dünya Savaşı yıllarında Dersim aşiretlerinden devletin milis teşkilatlarına katılan ve daha Rus ordusu oralara gelmemişken yer yer Ermeni kırımlarına iştirak edenlerin de olmasına rağmen, onların konumunu Gül Ağa'nın Mücahidin Alayı'ndan daha farklı düşünüyorum. Yazının fazla uzun olmaması için onları ayrı tutarak burada kitabımdan yalnızca Gül Ağa'yla ilgili bölümü aktaracağım. Okumayı kolaylaştırmak için de bazı küçük alt başlıklar katıyorum.

Gül Ağa'nın geçmişine dair aynı köyden Kevork Halaçyan'ın değinmeleri

Daha önce Erzincanlı Ermeniler ile Dersimli Kürtlerin 19. yüzyılın ikinci yarısındaki mücadele birliğini konu etmiştik. "Ermeni-Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi ve Silahlı Gücü XOL" başlıklı anlatımında yazar Kevork Halaçyan, bu mücadelenin öncelikle Balabanlı Gulabizade Halil Ağa’ya karşı yürütüldüğünü gösteriyordu. Xıntsoreg hem Halil Ağa’nın, hem de ona karşı mücadeleyi örgütleyen Ermeni öncülerin yaşadığı bir köydü. Bu süreci kendi dayısı Adom’un el yazılı notlarından 1880’lere kadar aktarmış olan Halaçyan, ayrı bir kitabında ise daha sonrasına özlü değinmeler yapıyor.(1) Sürecin devamını ve Gül Ağa’nın rolünü anlamak için bu değinmelere bir göz atmak gerekir:

"Gülabizade Xalil (Halil) Ağa Xıntsoreg’de yaşıyor ve 10 binden fazla Kürt nüfusuna hükmediyordu. Daha önceleri isyancı ve Türk hükümeti tarafından zulüm görmüş iken, sonra onun elinde Ermenileri sindirmenin aleti olmuştu. Bütün Balaban yöresi, Tercan ve Erzincan çevre köyleri ile Dersim’in bir kısmı üzerinde kendi başına buyruk bir yönetici haline gelmişti.

40 köyün sahibi olan mütegallibe kısa zamanda zenginleşmiş, bütün Kürdistan’da nam salmıştı. Dört çocuğu (Paşa, Gül Ağa, Ali Bey ve Memed Ağa), ayrıca iki amca oğlu (Kekozade İsmail Ağa ve Hasan Ağa) Balaban’dan Tercan’a dizginsiz akınlar yapar, serbestçe bir yığın hak ihlali, zorbalık yapar ve cinayet işlerlerdi.

Xalil Ağa’nın büyük oğlu Paşa bir Dersimli aşiret liderinin kızıyla evlendi, böylece o aşiret de kendi nüfuzu altına girdi. İkinci oğlu Gül Ağa katillikle ünlendi. 1895 kırımları sırasında 16 Ermeni gencini Vijan’da öldürmüş ve 12 Xıntsoregliyi eğlenceye davet ederek köy yakınındaki bir dere içinde elleri bağlı haince kurşuna dizmişti. 

Gül Ağa Tılaglı Çuxadarzadelerin kızıyla evlenmişti. Böylece 1900 yılına kadar Balaban, Tercan, Cibice-Polomori (Pülümür) çevreleri hep Gulabizadelerin koruması altına girmiş olup, Xalil Ağa kendi ölümünden önce Gül Ağa’yı aşiret reisi yapmıştı.

Meşrutiyet ilanından sonra Gül Ağa’nın ünü daha da büyüdü. Dersim’in anahtarı ve Alevilerin ilahı olmuştu. 31 Mart darbe girişiminin kaynak aldığı ‘Erkiana Kışdım’ (Kıştım Erkânı) denilen tarihî toplantıya da katılmıştı.(2)

Daha sonra keskin İttihatçı olarak Erzincan’da İttihat ve Terakki şubesine başkan ve Erzincan mebusu seçildi, fakat bu sonuncusunu (mebusluk) kabul etmeyip istifa etti. Dünya savaşı sırasında Türk-Kürt gönüllü ordusunun genel komutanı olarak uzun süre doğu cephesinde savaştı, orada yaralandı ve ricat ettiği zaman Malatya’da öldü."(3)

Gül Ağa'nın aile arşivinden sunulan resmi belgelerin gösterdikleri

Halaçyan’ın Gül Ağa hakkındaki bu kısa değinmeleri kendi duyduğu kadarıyla olup ayrıntıdan yoksundur. Ama öz olarak Türkçe kaynaklarda görebildiğimiz somut bilgi ve belgelerle uyumlu sayılır. Onun Erzincan’da İttihat ve Terakki şubesine başkanlık ettiğini başka kaynaklarda göremiyoruz, bu noktada yanılgı olabilir. Yine de 1910 yılında cemiyete üye olduğu "Muhterem Kardeş, Cemiyetimizin İttihat Kulübüne aza intihap olundunuz" diye başlayan 12 Mayıs 1326 (1910) tarihli belgeden anlaşılıyor. 16 Mart 1328 (1912) tarihli bir mektup ise Cemiyet’in Erzincan Kulübü’nde Heyet-i İdare azalığına (yönetim kurulu üyeliğine) getirildiğini ona bildiriyor.(4) Halaçyan’ın "gönüllü ordu" diye bahsettiği yerel güçlerden oluşan birliklere genelde "milis alayları" deniyordu.

Aşağıda göreceğimiz gibi, Gül Ağa’nın 500 kişilik milis kuvveti "Mücahit Alayı" ismiyle de anılmıştır. Kızılbaş dergisinde Ali Ülger’in birkaç dizi halinde yayımlamış olduğu belgeler 1910’dan 1918’e kadar İttihat ve Terakki Cemiyeti ile Osmanlı askerî ve mülki amirlerinin Gül Ağa’yla yazışmalarından pek çok örnek sunmaktadır. Bunların alındığı kaynak Mehmet Ali Balaban’ın Balaban Aşireti Soy Seceresi isimli kitabıdır. M. Ali Balaban kitabının önsözünde Bektaşi Mücahidin Alayı hakkında bilgi verir ve bu alaya komuta eden Hacı Bektaş Dergâhı Piri Ahmet Cemaleddin Çelebi’nin rolüne değinir. Cemaleddin Çelebi’nin bölgeye gelerek Alevilerden milis alayları oluşturma çabasını o dönem Erzincan’da ordu mensubu olarak görev yapmış olan M. Nuri Dersimi de teyit ediyor.(5) 

Çelebi’nin misyonu Alevileri Müslümanlığa bağlamak ve Şeyhülislam’ın Cihat çağrısına onları da adapte etmektir. Aynı Bektaşi Piri’nin 1895 kırımları sırasında da Abdülhamit yönetimine destek olduğunu ilgili dönemin belgeleri içinde görmüştük. Bu defa bizzat savaş cephesine gelerek Alevilerden milis örgütlemesi ve İslami bir isimlendirme olarak Mücahit (Cihat yapan) adını benimsemesi daha bariz bir ortaklaşmadır.

20 yıl önce Divriği-Arapgir yöresinin kırım ve talan hareketlerine methiye düzen Âşık Zünubi isimli şairin bu defa da yüzbaşı rütbesiyle Çelebi’nin yanında Cihat’a çıktığını görmek şaşırtıcı olmuyor.(6) Ondan başka Sıtkı Baba isimli tanınmış bir Alevi dedesi yine yüzbaşı olarak bu Mücahidin alayının Erzincan şubesini yönetmiştir. Bölgeleri farklı olmakla beraber Zünubi’nin aşiretinden (Şadıllı) olan Kırmo Yusuf ve Balabanlı Gül Ağa Erzincan kadrosunu tamamlıyor. Bu çevrede yapılan örgütlenmeye dair M. Ali Balaban’ın anlatımı şöyle:

"Ahmet Cemaleddin Çelebi bizzat bu birliği komuta etmiştir. Bu gönüllü birlik tüm Anadolu ve Rumeli Alevi-Bektaşileri ayaklanmaya çağırmıştır. Birlik Doğu Cephesi’nde savaşa katılmıştır. Enver Paşa bu birliği cephede denetlemiştir. (...) Böyle bir birliğin oluşumu, doğuda bilhassa Alevi yörelerinde milis örgütlenmelerin hızla yayılmasını teşvik etmiştir. Birçok Alevi ileri gelenleri bu birlikle bağ kurmuş, yardım etmiştir. Doğu Alevileri bu Bektaşi Alayı’nı örnek alarak milisler biçiminde örgütlenmişlerdir. Bu örgütlülük Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda da devam etmiştir.

Doğuda, Kuvay-ı Milliye’nin çekirdeğini bu oluşum sağlamıştır. Hormek Milis Alayı, Balaban Aşiret Reisi Gülağa’nın Mücahit Alayı, Çarekli Mustafa Bey’in Alayı, Şavalanlı Aşiret Başkanı Mehmet İlyas Ağa’nın Alayı ve Kureyşanlı Şah Haydar’ın Milli güçleri Miralay Kâzım (Orbay) Bey’in buyruğunda savaşı yürütüyorlardı. III. Ordu Kumandanı Mirliva Mehmet Vehip Paşa’nın üçüncü ordusuyla Balaban Aşireti Reisi Gülağa’nın beşyüz kişilik Milisi, Dersim bölgesini savunmayı üstlenince, Dersim aşiretleri de olayın içine çekilmiş ve Rus ordusuna karşı Pülümür, Dersim dağlarında güçlü bir cephe oluşmuştu. Rus ordusu bu savunma karşısında Dersim’e girememişti. Balaban Aşireti Reisi Halil Ağa Evlatları; Güllü Bey ve kardeşi Mehmet Ağa’nın vatan uğrunda akrabaları ile birlikte layık ve sebatkarane vermiş oldukları hizmetlerinden dolayı bazı belgeler elde edilmiştir."(7)

Aynı aileden olan yazar, böylece bir "vatan kahramanı" portresi çizerek sözünü ettiği belgeleri sıralıyor. Yazışmaların büyük bölümü savaş yıllarında Gül Ağa’nın özel milis kuvvetiyle Türk ordusuna verdiği hizmet ve cepheden geri çekilmesi üzerine ikamet ettiği yerlerde kendisine tahsis edilen maddi imkânlarla ilgilidir. Ama savaş öncesinden başlayarak bölgenin Teşkilat-ı Mahsusa şefleriyle yazışmaları da var. Örneğin, İttihat ve Terakki Cemiyeti Erzurum Vilayeti Müfettişi Hilmi imzasıyla 1913-1914 yıllarında Gül Ağa’ya iletilmiş mektuplar böyledir.

Bahsi geçen Hilmi, Dr. Bahaeddin Şakir’in yardımcısı olarak Teşkilat-ı Mahsusa’yı yöneten Filibeli Ahmet Hilmi’dir. 23 Ağustos 1330 (1914) tarihli mektubunda, "Erzincan’da görüştüğümüz meselenin zamanı gelmek üzeredir" şeklinde örtülü bir ifade kullanan Hilmi Bey, Gül Ağa’ya "Sizden elli yiğit isteyeceğim" diyor. Atlı ve piyade olarak görev yapacak bu kişileri aşiret içinden kendi eliyle seçmesini istiyor. "Memleket ve milleti için seve seve ölecek kadar metin ve azimli olsunlar" diyor. Onları hazır edince Bahaeddin Şakir Beyefendi hazretlerine haber vermesini tembihliyor. Burada ima edilen gizli görevler 1914 Eylül ayından itibaren Teşkilat-ı Mahsusa’nın Kafkas ve İran sınırlarına girerek yürüttükleri etnik temizlik faaliyetleri olabilir. Sonra da sınırın bu tarafındaki yıkım ve katliamlar...

Anlaşılacağı üzere Gül Ağa daha savaşın başlarında çete faaliyetleri için angaje olmuştur. Kızılbaş dergisinde bunları yayımlayan Ali Ülger, yazı dizisinin başlığına çok isabetli olarak "Ermeni Kırımında Teşkilat-ı Mahsusa Balaban Aşireti İşbirliği" ibaresini koymuş. Pratik göstergeleri orada eksik kalıyorsa da Ermenice kaynaklarda katliam tanıklarının ifadeleriyle bu suç ortaklığı sabitleniyor.

Tercan ile Erzincan arasında gerek sürgün kafilelerinin kırılması, gerek bazı köylerin yerinde katliama uğratılması, gerekse de amele taburlarının imha edilmesine Gül Ağa’nın çeteleriyle birlikte aktif katılım gösterdiği anlaşılıyor. Tehcir ve kırım zamanında Gül Ağa henüz savaş cephesine gitmemiş, Selepür(8) nahiye müdürü olarak kendi yöresinde işbaşındadır. Erzincan mutasarrıfı Memduh ve Kemah mebusu Halet gibi bölgedeki kırımları yürütenlerle sıkı işbirliği içindedir.

Nahiye müdürlerinin nasıl büyük yetkilerle katliamlar düzenleyebildiklerini başka yörelerdeki örnekleriyle de görmekteyiz. Aşiret güçlerine sahip bir İttihatçı ve idari yetkili olarak Gül Ağa kendi bölgesinde önemli inisiyatif üstlenmiş, aşağıda göreceğimiz gibi Halet Bey’in Kemah ve Erzincan Müslümanlarından meydana getirdiği süvari çete alayı da kırımlar sırasında onun emrine verilmiştir. Babasının zamanından Ermenilere olan kiniyle 1895 kırımlarında oynadığı rolün kat kat fazlasını bu dönem Tercan’ın Goter (Kötür) Köprüsü’nden Sansa Deresi ve Erzincan düzlerine kadar oynama imkânı bulur. Kevork Halaçyan kendi ailesinin hayatta kalabilen az sayıdaki üyesinden edindiği bilgilerle onun ve oğullarının Xıntsoreg’deki rolüne değiniyor:

Gül Ağa'nın oğluyla yıllar sonra Halaçyan'ın görüşmesi ve sohbetlere damgasını vuran geçmişin hayaleti

25 Kasım 1924’den 17 Mart 1925’e kadar İstanbul’a yaptığı ziyaret sırasında Kamer Lütfi Bey (Gül Ağa’nın oğlu), birkaç defa şehirde ve Büyükada’da Halaçyan’la görüşür. Bu görüşmeleri sırasında muhtemel bir Kürt hareketiyle gelecek için birlik imkânlarını yoklamaya çalışan Halaçyan, 1915’in ruhunda yarattığı öfkeyi bastırarak konuşmasına rağmen Kamer Bey’e belli hatırlatmalar yapmaktan kendini alamaz. İlk oturdukları yerde, "Ölenlerin anısına içelim" diye başlayınca Kamer Bey, "Sebebe kalmasın" şeklinde bir tepkiyle ah çekerek kadehi kafasına diker.

Sonra "Ne söylesem boş olur, kendimizi haklı çıkartmaya çalışmayacağım. Aramızda kan dökülmüştür, yolumuzun üstünde cesetler var, biz ne kadar sorumluyuz o katliamlardan, bunu kanıtlar gösterecek" der. Kendi ailesinin Ermeni kırımları yaptığına dair Halaçyan’ın kanaatini değiştirmeye çalışır. "Eski yanlışlar, yılların tecrübeleri çok şey öğretmişti bize, iki taraf arasında mutlak bir tarafsızlık gösterdik. Bizim nötr kalma kararımıza rağmen yanlışlar yapılmadığını söyleyemem, fakat tehlikeleri önlemek bizim gücümüzün üstündeydi. Sebebin gözü kör olsun" diyerek ikinci bira kadehini çeker. Tarafsızlık açıklamasının ne kadar gerçekdışı olduğunu yukardaki belge ve bilgiler gösteriyor. Kırımlarda görev alma meselesinin kanıtlanma zorluğuna dayanarak böyle konuşan Kamer Lütfi’ye Halaçyan kendi bildiği somut örneklerden bahseder:

"İçelim ve konuşalım. Birbirimizi anlamalıyız. Kanı kanla yıkamazlar. Biz intikam ateşiyle yanmıyoruz. Eski yanlışları düzeltmeye çalışalım ve el ele vererek ölülerimizi gömelim. Tavit’i ve Mıgırdiç’i kim öldürmüş ya da Xaçig ve Dikran’ı, Aram ve Simon’u kim kurşuna dizmiş, şimdi bunların incelemesine girmemiz gerekmez. Siz kendi gözlerinizle onların kanlı cesetlerini gördünüz ve iyi biliyorsunuz öldürenlerin kimler olduğunu. Görüyorsunuz ki 78 kişilik kendi sülalemin yok edilişi hakkında konuşmuyorum bile, ne de onların sorumlularını arıyorum. Yakınlarımın katledilmesinin ayrıntılarını da bilirsiniz.

Kalusd dağlara sığınıp yıllarca çile çektikten sonra zar zor Dersim’de kurtulabildi. Kurtulduğunu sandığımız Nışan 1922 trajedisinde kurşuna dizildi. Manug ise Xarpert’in mezarlığından dirilmiş çaresiz bir yetimdi. Nerede ötekiler? Hep kırıldılar, bütün sülalemden yalnız birkaç kişi kaldık. Biri işte benim, seninle konuşan. (...) Henüz güvenimiz yok size. Geçmişin acı tecrübeleri o inancı bozmuştur.

Biliyorum ki sen de benden şüpheleniyor ve içinden geldiği gibi serbestçe kendini ifade edemiyorsun. Erkek adamlar gibi açık konuşalım, bizler birbirimize düşmanız, fakat o düşmanlık derin değil.(9) İki milletimizin toplu çıkarları bizden geçmişi ve şahsi hesapları unutmayı talep ediyor. Bugün o kadar ağır olaylardan sonra biz samimiyetin ilk işaretini veriyoruz. Acımızı unutuyor ve gözlerimizi geleceğe dikip sizi bizim yanımızda görmek istiyoruz. Dünün kıyıcı düşmanı olarak değil, yarının müttefik silah arkadaşı, samimi ve fedakâr komşusu olarak... Söz veriyor musun samimi olacağına, yemin eder misin Gülabi Ağa’nın mezarı üstüne ki, sözünü ihlal etmezsin?.."

Halaçyan bu beklenmedik konuşması sırasında Kamer Bey’in yenik bir görünüm aldığını, cevap veremediğini, gözlerinin sanki geçmiş olaylar içine daldığını ve donup kaldığını belirtiyor. Kendi 78 kişilik sülalesinin katillerini onun pekala bildiğini, kırdıranların ya babası, ya kardeşi, ya da kendisi olduğunu düşünüyor. Kendisiyle beraber hayatta kalan (yurtdışında ve Dersim’de) sadece 6 kişi olduğunu, 72 kaybın o konuşma sırasında hayalet gibi ağırlığını duyurduğunu, Kamer Lütfi’nin bu nedenle bunaldığını, bahçenin dört yanına şüpheli bakış gezdirdiğini ve sonra da, "Beni zor duruma soktun, hemen cevap verebileceğim şeyler değil, Seyid Cafer’e danışmam gerek, o benden büyük ve daha deneyimlidir, ikinci görüşmemizde bahsettiğin konulara kesin açıklık getirmeye çalışırım" dediğini yazıyor.

Konuşması içinde değindiği isimlerin katliyle ilgili bir dipnotta Halaçyan şunları eklemiştir:

"1915’in sürgün günlerinde Xıntsoreglilerin kervanı yola çıkarılırken, birkaç genç dağa sığınır ve kayalıklar içinde kalırlar. Açlık mecbur edince düze iner ve Galociyi Turan denilen çayırlıkta köyün Kürt çobanı Usoga’yı bulurlar. Yılların komşusu olarak kendilerine ekmek ve sığınacak yer vermesini rica ederler. 

Çoban severek kabul eder görünür ve evden ekmek, yiyecek getirme bahanesiyle gençleri koyun sürüsünün yanında bırakıp köye gider. Biraz sonra Usoga bir çıkın dolusu ekmekle döner ve kaçakları oturup yemeye davet eder. Aynı zamanda bir grup silahlı Kürt de üzerlerine yetişir. Gül Ağa’nın büyük oğlu Ali Ğuli(10) öncülüğünde gelen bu grup kaçakları kuşatır ve iplerle bağlayarak Sev Kar’ın altında Ğabali Goli denen gölcüğün kıyısına götürüp kurşunlayarak infaz ederler. Xaçig ve Mesrop Yezegyanlar, Dikran Balayan ve dört genç bu şekilde katledilir. Onlardan en küçüğü olan Setrag yaralı halde kaçmayı başarır, fakat daha sonraları Tsorperan civarında yakalanır ve aynı çoban Usoga eliyle bir taşın üzerinde kafası parçalanır.

Amerika’dan yeni dönmüş olan Tavit Halaçyan da benzer şekilde açlığın zorlamasıyla köye iner ve Gül Ağa’nın hizmetkârları tarafından tutuklanır. Zalimler onu diri diri bir ağaca bağlar ve altın dişlerini söktükten sonra Çağçin Tsor (Ermenice Değirmen Dere) denilen yeşil bahçeler içinde öldürürler. Mısır’dan yeni dönmüş Mıgırdiç Manugyan ve Erzincanlı öğretmen (aynı zamanda ruhani öncülük kâtibi) Aram Der Vartanyan da öldürülür.

Aram Der Vartanyan Kemah’tan Erzincan dağlarına geçmiş ve Xıntsoreg kayalıklarını tanıyan biri olarak çatışma yoluyla ablukayı yarıp Çatal Kar’a yetişmiştir. Orada Gül Ağa’nın silahlı adamlarıyla 8 saatlik çatışmada birkaç Kürt’ü yaraladıktan sonra cephanesiz kalınca kendisi de öldürülür."(11)

Gül Ağa'nın 1915 Erzincan kırımlarındaki rolüne dair başka tanıklıklar

Erzincan’ın Akrag (Ekrek) köyünden olup katliamdan kurtulan Mikayel Ulyan da, Karekin Turigyan’a verdiği bilgiler içinde Gül Ağa’nın rolünü teyit etmiştir. Asker olarak inşaat taburunda binbaşının emir eri olduğunu belirten Mikayel, bir gece Kemahlı Sağıroğlu Halit Bey, Erzincan mutasarrıfı, onun arkadaşı olan ceza reisi, Balaban aşireti lideri Gülo Ağa ve daha başka kişilerin sabaha kadar görüştüklerini, sonra çete grubunun hemen toplanması için haber gönderdiklerini, yarım günde bu emrin yerine getirildiğini anlatıyor. Çetelerle açık hava sofrasında oturmuşken bir mollanın çıkıp, "Sevgili evlatlarım, sürdürdüğümüz bu savaş bir din savaşıdır ve her Müslümanın yerine getireceği görev vardır" diye nutuk çektiğini, Ermenileri acımadan imha etmeleri için motive ettiğini de anlattıktan sonra şu bilgiyi veriyor:

"Mutasarrıf ve daha başka önde gelen görevliler, Balaban aşireti reisi Gülo Ağa’nın Khındzorik (Xıntsoreg) köyündeki evinde davetli oldukları bir sırada mutasarrıf, Gülo Ağa’ya, Tercan bölgesinden getirilip Sanasar (Sansa)(12) Vadisi’nde toplanmış olan Ermenileri katletme işini ele almasını teklif eder.

Gülo Ağa, gelecekte sorumluluk altına girmemek için, kendilerine imza verilmesi karşılığında katliamı üzerine alır. Mutasarrıf, Türklere ve Kürtlere, Ermenileri katletme ve mal varlıklarına el koyma yetkisi veren padişah fermanını gösterip toplantıda okur. Gülo Ağa bunun üzerine bölgesindeki tüm kişilere ve muhtarlara adam gönderip, Ermeni katliamı ve yağmasına başlamaları talimatı verdi. Tanıdığım Canbeyli bir Kürt, bana, Ermeni katliamı olacağından dolayı, Sanasar Vadisi’nden uzaklaşmamı haber verme iyiliğinde bulundu ve ben Dersim’e kaçtım."

Mikayel’den bu aktarmayı yapan Karekin Turigyan şöyle devam ediyor:

"Akrag köyünden Mikayel Ulyants’ın hikâyesini duyduktan sonra, bir gece Kürt köyü Kışdım’da kaldım. Balaban aşireti reisi Gülo Ağa’nın akrabalarından Zeynel’in oğlu Khalil (Xalil/Halil) yanıma geldi, konuşma esnasında Gülo Ağa’nın tüm vahşetini anlattı. Sansar Vadisi’nde, Mutasarrıf Memduh Bey’in başkanlığında gerçekleştirilen toplantıyı ve yüzlerce kişilik çetelerin önünde mollanın yaptığı konuşmayı tasdik etti. Ermeni halkının katledilmesine dair acımasızca yaklaşıyorlardı. Kamakhlı Tahir Paşa’nın oğlu Khalet Beg’in (Osmanlı Meclisi üyesi) katıldığını, Mutasarrıf Memduh Beg’in Gülo Ağa’nın evinde ağırlandığını ve Gülo’yu rahatlatmak için katliam fermanını okuduğunu anlattılar."

Bundan başka Turigyan, Kışdım’da kendisini ağırlayan Davut oğlu Mehmet Ali’nin şöyle dediğini yazıyor: "Her gün, tarım işleri için tarlaya gidiyordum. Mayıs ve Haziran aylarında Yeprat (Fırat) tamamen kanlı akıyordu ve cesetlerle kaplıydı. Bizim soyumuzdan (Kızılbaş) anlayışlı kişiler, işlenenin çok büyük bir cürüm olduğunu söylediler. Sadece 26 ufaklık kurtarabildik Rusların gelişine kadar, sonra onları Ermeni komitelerine teslim ettik."(13)

Tercan kırımlarında öne çıkan isimler ve eksik olmayan Gül Ağa

Kazadaki uygulamaları görgü tanıklarından derleyen Karekin Turigyan’ın yazdığına göre Tercan’da tehcir ve katliam 1 Mayıs 1915’te başlamış, 17-18 Mayıs’ta son bulmuştur. Tercan halkının bir kısmı Goter (Kötür) Köprüsü yakınında katledilip suya atılmış, kalanlar ise Fırat Nehri boyunca Kemah vadisine kadar kırılarak götürülmüştür. Yukardaki örnekler erkek nüfusun daha çok köyler içinde ve hemen yakın arazilerde katliama uğratıldığını, sürgün yolunda kırılanların esasen kadın ve çocuklar olduğunu gösteriyor. Kaçıp kurtulanların destek ve dayanağı ise neredeyse şaşmaz bir kural olarak Kürtler olmuştur.

Turigyan’ın raporundan Tercan kazasındaki Kürtlerin bütünüyle ya da esasen Kızılbaş olduklarını anlıyoruz. Kazadaki 10-11 bin Ermeni’den 2.500 kadarının kurtulduğu ve bu bakımdan Tercan’ın Erzurum vilayeti içindeki en şanslı kaza olarak görülebileceği not ediliyor. Bununla birlikte, Rus ordusu geldiğinde Ermeni köylerinin çoğu tahrip edilmiş halde bulunur. Kazanın tüm köylerini gezen Turigyan, kiliselerden sadece Piriz, Dzağgari ve Abrank’ta olanları ayakta bulur. Bunların taşınır malları, kitapları ve kutsal kapları yağmalanmıştır. El yazması İncillerden birini karşılıksız ve samimi çabalarla Kürtlerden geri almayı başarırlar.

Katliamlarda yönetici ve planlayıcı olarak Erzincan Mutasarrıfı Memduh Bey, Balaban aşireti reisi Gülo (Gül) Ağa ve Kemahlı İttihatçı mebus Xalit (Halet) Bey’i sayan Turigyan, alt kademelerde ise şu isimleri anıyor:

"Mamahatun’un polis müdürü Xayri Beg, arkadaşı polis Mehmet Efendi, Kurişan (Kureşan) aşiretinden Memiş Ağa, Semikli Mustafa’nın oğlu Boy Beg, Erzurumlu Çadırcı Ali Beg ve Vali Tevfik Efendi de önemli iş görmüşlerdir.

Kışdım’da yaşayan Gülo Ağa’nın akrabası İsmail Efendi, Cabrumlu 110 yaşında bir vahşi hayvan olan Molla Veli ve üç oğlu, Bagariç (Pakaric) köyünden Hilmi Ağa, Pirizli Emin’in oğlu Hacı, Pasinli Arslan Beg, ayrı ayrı çeteler kiralayıp görülmemiş vahşet gerçekleştirmişlerdir. 

Yerel kiliselerden birini Pirizli Ermeni gençlerin eliyle yıktırmış, bir diğer Ermeni gencinin eline tüfek verip başka bir Ermeni’yi öldürmesi için tehdit etmiş ve amaçlarına ulaşmışlardır.

Katliamların yöneticileri ve güruhu idare edenler Mırik Komlu Yusuf, Xumlarlı Lavlav’ın oğlu Ali ve arkadaşı Hasan Çavuş, Erzurumlu kahve sahibi Kâmil, Abrank köyünden muhtar Mevlut ve arkadaşı, Mırvıntseli Mahmut, Taru köyünden Memed Ağa ve Xarxin köyünden Hafif, Göydşeli Mustafa, Ğurğor beylerinden Fazlı, Yahudi, Hafız ve insanlık dışı veya vahşi hiçbir yöntemden geri kalmamış olan daha başkaları olmuştur.

Bu verileri sunan Abrank köyünden Mardiros Deroyan, Mamahatun’un düşmesine kadar fırıncı olarak çalışıp her şeyi gözleriyle görmüş ve düşüşünden 48 saat önce, muzaffer Rus ordularının girişine kadar, kaçmıştır..."(14)


(1) Söz konusu kitap, Kevork Halaçyan’ın "Taparagan" rumuzuyla 1932 yılında Boston’da yayımlatmış olduğu Tebi Gaxağan (Darağacına Doğru) isimli anı kitabıdır. 1925-1928 arası hapislik sürecini ve ülkedeki önemli siyasi gelişmeleri konu eden kitabının başlangıcında Gül Ağa’nın oğlu Kamer Lütfü ile 1924-25 kışında İstanbul Büyükada’da yaptığı görüşmeleri ve ardından tutuklanmasını anlatıyor. Kamer Lütfü bu sırada Balaban aşiretinin genç lideridir. İstanbul’a gelmişken çocukluğundan tanıdığı Halaçyan’ı da ziyaret eder. Aralarında geçmişin büyük yaralarını iyileştirmek üzere Kürt ve Ermeni davalarının yararına dostluk geliştirme niyeti dile gelir. Sonraki aylarda Şeyh Sait İsyanı patlak verince bu görüşmeleri izlemiş olan siyasi polis, Taşnak partili diye mimlediği Halaçyan’ı gözaltına alır ve "Kürt-Ermeni işbirliği" şüphesiyle sorgular. Biz burada kitabın başka konularına girmeksizin, 1915’te Xıntsoreg ve çevresinde yaşananlara dair Halaçyan’ın anlattıklarını ve Kamer Lütfi ile aralarındaki diyalogları yansıtacağız.

(2) Bu konuya daha önce "Erzincan-Kuzulcan’da bir toprak mücadelesi" başlığı altında değinmiştik.

(3) K. Halaçyan (Taparagan), Tebi Gaxağan (Darağacına Doğru), Hayrenik Basımevi, Boston, 1932, s. 22-23.

(4) Kızılbaş dergisi, Sayı 3, Nisan 2011, s. 9.

(5) M. Nuri Dersimi, Günümüz Türkçesiyle Kürdistan Tarihinde Dersim, Zel Yayıncılık, 1994, s. 70-75. Buraya bir not olarak şunu eklemek gerekir: M. Nuri Dersimi onlarca yıl sonra yazdığı kitabında Cemaleddin Çelebi’nin rolünü eleştirmesine rağmen, anlatımlarından o dönem kendisinin de aynı askerî makamlara bağlı olarak ona yardımcı olduğu, Alevi Kürt aşiretlerini ikna etmeye çalıştığı, Dersimli isyancıları yatıştırma uğraşı içinde bulunduğu anlaşılıyor. Dersimi, Çelebi’nin Dersim aşiretlerini etkilemekte başarısız olduğunu belirtirken Balaban Aşireti reisi Gül Ağa’yı "kandırma" yoluyla Ruslara karşı savaşa sokabildiğini söylüyor. Sanki Gül Ağa bir İttihatçı olarak buna istekli değilmiş de oyuna getirilmiş gibi bir anlam veriyor. Onun başka yerde de Gül Ağa’dan "gerçek dostum" diyerek övgüyle söz etmesi, ayrıca İttihatçı vali ve kaymakamlardan ordu kumandanlarına kadar birçoğunun güvenine nail olması savaş yıllarındaki pozisyonu hakkında fikir veriyor. (Daha fazlası için bkz. Sait Çiya, "Baytar Nuri’nin Örtülü İtirafları", Kızılbaş, Sayı 5, Ağustos 2011, s. 20-27.) Başka bir yerde de Nuri Dersimi için, "Teşkilat-ı Mahsusa’nın Dersim aşiretleri içine sızmış başarılı bir elemanıydı" kanaati ileri sürülüyor. http://mamekiye.de/08/1163034013/index_html?dateiname=1269640244)

(6) "Cemaleddin Efendi’nin Mücâhidin Alayları olayında yanında yüzbaşı rütbesi ile taşıdığı âşıklardan birisi de Sivas, Kangal-Yellice Alevîlerinin ünlü dedesi Seyyid Gazi ve Zunûbi ünvanıyla bilinen Mahzuni’dir. Dede Mahzuni (Gökçe), Şah Şadılı ocağının dedesi olup tüm talipleri ile bu birliğe katılmıştır." Nejat Birdoğan, Çelebi Cemalettin Efendi’nin Savunması (Müdafaa), Berfin Yayınları, 1994, s. 31-32.

(7) Kızılbaş dergisi, Sayı 3, Nisan 2011, s. 9.

(8) Selepür: Karasu Nehri’nin Balaban vadisinde, ismi önce Tanyeri olarak değiştirilmiş, sonra yeni iskâna açılan yeriyle bugün Ocakbaşı denilen köye tekabül ediyor.

(9) Şüphesiz Halaçyan’ın bir yandan kendi ailesinin cellatları olarak bakıp bir yandan aralarındaki düşmanlığın "derin olmadığı"nı söylemesi de tutarsızlık sayılır. Ama o, halledilmiş olan Ermeni meselesinden sonra Kürt meselesinin tutuşacağını ve Ermeni adalet davasının yararına Türk devletine karşı onlarla yakınlaşmak gerektiğini düşündüğü için böyle konuşmayı tercih etmiştir. Fakat bu açıdan da bakılınca Gül Ağa’nın ölümünden sonra Balaban aşireti liderlerinin politik konum değiştirdiklerine işaret olan bir şey yoktur. Bizzat görüşmekte olduğu Kamer Bey’in babası yerine aşiret lideri ve yine Selepür nahiye müdürü olarak Kemalist harekete tam bağlılık gösterdiği, Koçgiri hareketi sırasında isyancıların Erzincan üzerinden Dersim’e geçmelerine imkân vermediği vb. yazılı belgelerden anlaşılıyor. Şeyh Sait hareketinin öngünündeki duruşlarının da farklı olmadığını söyleyebiliriz.

(10) Bu ismi Halaçyan’ın Ermenice harflerle yazmış olduğu gibi veriyorum. Ancak Türkçe özel isimlerin Ermenice yazılışında başa gelen K harfinin gırtlaktan telaffuza uygun olarak sıklıkla Ğ’ye dönüştürüldüğünü belirtmek gerek. Bundan hareketle söz konusu ismin Alevilerde yaygın olarak rastlanan Kul sözcüğüne tekabül ettiği ve Türkçe yazım şeklinin Ali Kulu olması gerektiği kanaatindeyim. Yazar bu ismin yanına bir parantez açarak "Ali Ğuli, şimdi Kamer Lütfi dediğimiz Ğemer Ğuli’nin ağabeyi olan tek gözlü fesat biriydi" diyor.

(11) K. Halaçyan (Taparagan), a.g.e., s. 10-13.

(12) Alıntı yaptığım metinde vadinin (ya da boğazın) ismi Sanasar, bazen de Sansar olarak geçiyor. Daha önce Sürmenyan’dan Sansa biçimiyle vermiş olduğum için, yanında parantezle bunu da gösterdim. Sanasar ismi Ermenice ünlü Sasuntsi Davit destanında geçen tarihsel bir figürle aynılık arz ediyor, fakat bu yer ismini "San-a-sar" şeklinde birleşik isim olarak düşünmek ve tepesi düz olan bir dağla ilişkilendirmek de mümkündür. Ermenice yer isimleri sözlüğünde Sanasar yanında Sansar ve Sansa biçimleriyle gösterilen boğazın, ayrıca Cibice olarak da anıldığı belirtiliyor.

(13) Ermenistan Ulusal Arşivi; Kedername / Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeni Soykırımı 1915, Hayatta Kalanların Tanıklıklarına Dair Belge Koleksiyonu, Belge Yayınları, 2014, s. 394-395

(14) Hovsep Hayreni , Yukarı Fırat Ermenileri 1915 ve Dersim, Belge Yayınları, 2015, s. 336-351

Öne Çıkanlar