Bediüzzaman'ın 61. vefat yıldönümü

Bediüzzaman'ı üç-beş mevlütle anma kolaycılığına kaçmak yerine, zengin öğretisiyle, isabetli mücadele yöntemi ve derin tespitleriyle yüzleşerek anlamaya çalışalım.

Biyografiler; abartı ve kurgu kabul etmeyen yazım türleridir. Gerçek hayatlara çok az da olsa kurgu ve öyküleştirme soktunuz mu yazılarınız biyografi olmaktan çıkar.

Biyografiler, ruhunu gerçeğe dayalı olmalarından alırlar. Yanlış bilgilerle gerçekten uzaklaşan bir yazıya artık biyografi denilmez.

23 Mart Newroz'unda vefat eden Said-i Nursi gideli tam altmış bir yıl oldu. O'na dair yazılan biyografik çalışmalara baktığımızda hemen hemen tümünde biyografilerin temeli olan bu kuralların kasıtlı-kasıtsız çokça çiğnendiğini görürüz.

En baştan başlarsak; Nursi'nin daha hayatta iken 1958 yılında hazırlanan Tarihçe-i Hayat isimli resmi biyografi kitabında yirmi civarında önemli eksiklik ve yanlışın bulunduğunu vurgulayalım.

Bu yanlış verilerin içinde görece önemsiz olanlarının yanında Bediüzzaman'ı, öğretisine ve yaşam pratiğine tamamen zıt bir şekilde tanıtan yanıltıcı bilgiler de vardır.

63 yıl boyunca tekrar edilen bu yanlışlardan yola çıkarak Said-i Nursi'yi kamuoyunda yanlış-eksik, olduğundan farklı tanıyan ve tanıtan büyük bir kesim var. Nurcu camianın bu çarpık ve haksız tablodaki mesuliyeti nasıl büyükse, aydın, yazar ve bilim insanı olmanın gerektirdiği bilimsel ve etik hassasiyeti takınmadan, söz konusu verileri sorgulamadan kitaplarına alan, sağ-sol cenahta paylaşan ve bu malzemelerden hareket ederek Nursi'yi ciddi suçlarla itham eden entelektüel dünyanın sorumluluğu da o kadar büyüktür.

Öncelikle; Nursi'nin miladi doğum tarihinin hicri 1290 ve miladi 1873 olarak kayda geçirildiğini görüyoruz ki doğrusu; rumi 1293, hicri 1294-1295 ve miladi ise 1877'nin Aralık Ayı veya 1878'in ilk aylarıdır.

Yine; Nursi'nin Tarihçe-i Hayat'ında Kürdlüğe dair yazdığı makaleler, Marifet ve İttihad-ı Ekrad isminde bir gazete çıkarmak gibi girişimleri es geçilmiştir.

Yine; Birinci Cihan Savaşı'nda Nursi'nin kâtibi Molla Habib'in İran cephesinde bulunan kumandan Halil Paşa ile mühim bir muhabere vazifesini temin ettikten sonra Westan'da şehit düştüğü yazılır. Hâlbuki; bu bilginin yani Bediüzzaman'ın savaşta bile yanından ayırmadığı kâtibinin kalkıp, ta İran sınırına gidip tekrar Gevaş'a döndüğünü teyit eden herhangi bir kaynak veya tanık anlatımı belirtilmemiş olup böyle bir iddia, savaşın hemen akabinde Abdurrahman ve Müküslü Hamza'nın ayrı ayrı yazdıkları 1918-1919 tarihli erken dönem her iki tarihçede de geçmemektedir. Bu gerçekliğe rağmen Badıllı ve Weld bu bilgiyi sorgusuz aktarmışlardır.

Teşkilat-ı Mahsusa üyeliği yalanı gibi uzun bir süredir düzeltilemeyen bu yanlış bilgi üzerinden yazar Aydınkaya konuyu, Nursi'nin bölgedeki Ermenilere dair kötü siciliyle tanınan üst düzey İttihatçı Halil Kut Paşa ile sıkı-fıkılığına yorarak şüpheci ve haksız okumalarda bulunmuştur. (Bediüzzaman'ın Hançeri, s. 270, 271)

Nursi üzerine biyografik çalışmaları olan kimi yazarların saptırarak işledikleri bir konu da savaş yıllarında Bediüzzaman'ın yanında şehit düşen öz yeğeni Ubeyd'in ölmeden önce arkadaşı Ali Çavuş'a (Aras) söylediği şu cümledir;

"Ali koş, üzerimdeki elbise ve kemerimden altınları al, gavurların eline geçmesin!"

Badıllı ve Weld'in yine sorgusuz aktardıkları bu rivayeti Cilasun;

"kaynağı ve miktarı belirsiz altın!" (Bediüzzaman Efsanesi, tekin y. s.223) diyerek şüpheci bir okumada bulunurken Aydınkaya ise konuyu Anderson'un "yağmacı militarizm"i ve talan-soykırım ekonomisi üzerinden itham edici bir üsluptan servis etmeyi tercih etmiştir. (Bediüzzaman'ın Hançeri avesta. s.258)

Hâlbuki; seferberlik gibi zor bir süreçte, evini-barkını, eğitimini terk etmek zorunda kalan 16-17 yaşlarında bir talebenin kendisini öldürenlerin eline geçmesin diye yakın bir arkadaşını giydiği yeni elbisesinden ve yanında taşıdığı altınlarından haberdar edip sahip çıkmasını istemesinden daha doğal ne olabilir?

Yine; Seîdê Kurdî'nin Birinci Cihan Harbi'nde Muş'taki topların Bitlis'e getirilmesi gibi üstün fedakârlıklarının anlatıldığı yerde topların sayısı abartılarak "30 top" olarak tespit edilmiştir ki doğrusu 8 veya en fazla Abdurrahman'ın tarihçesine geçtiği gibi 12'dir.

(Top sayısını, Mary Weld aynen 30 olarak aktarırken Canlı-Beysülen resmi belgeyle 8 olarak düzelterek aktarmıştır.)

Yine; Nursi'nin Rusya'daki esaret yeri Sibirya olarak tespit edilmiş olup doğrusu kendi beyanlarıyla sabittir;

"Rusya'da Kostroma'da doksan esir zabitlerimizle beraber bir koğuşta idik." (14. Şua-Şualar) (Bu bilgiyi Cilasun isabetle yazmıştır)

Yine; Bediüzzaman'ın Ankara'dan Wan'a geçmeden önce yaklaşık bir yıl üç ay kadar kaldığı çok mühim İstanbul hayatına değinilmemiş…

Yine; 1924 yılı Ağustos-Eylül aylarında geldigi Erzurum'da Cibranlı Halit ve Şêx Said gibi önemli dindar Kürd şahsiyetlerle görüşmelerine yer verilmemiştir.

Daha bunlar gibi nice eksikler ve yanlışlarla malûl böyle bir Tarihçe-i Hayat kitabının sanılanın aksine Bediüzzaman'ın denetim ve kontrolünden geçmediğini de belirtmem gerekir.

Zaten kitabın basılı formalarını görünce lâtince okuma-yazması olmayan Bediüzzaman, sayfaların görselliğini inceleyerek "Eski Said'in fotoğraflarını niye koymadınız!" Anlamında bir serzenişte bulunmuş ve tarihçe kitabı basıldıktan sonra da diğer risalelerinin üzerine tasdik mührü olarak bıraktığı "Risale-i Nur Külliyatından" ibaresini yazdırtmamıştır. Başka söze ne hacet..!

Mary Weld dışında hiç bir biyografi yazarının kitabına almaya tenezzül etmediği feci bir yanlış bilgi de Bediüzzaman'ın bir kiliseyi camiye çevirdiği iddiasıdır. Tabi; belge, tanık aranmadan hemen gereği yapılmış!

Nursi'yi, soykırıma uğramış Ermeni halkının kutsal ibadet yerlerini camiye dönüştürmekle itham eden yazar Fırat Aydınkaya'ya göre evet Nursi, 1924 yılı sonbaharında Wan Erek Dağı'ndaki tarihi bir manastırı camiye çevirmekle büyük bir suç işlemiştir. (age. s.299)

Fakat sözü edilen yıllara ait ana bilgi kaynağı, o dönem Erek'te Bediüzzaman'la birlikte kalan talebelerden Molla Hamid Ekinci'nin anlatımlarıdır. Bu anlatımlardan sözü edilen öyküyü doğrulayacak ve bu ithamlara dayanak olacak herhangi bir bilgiye rastlayamıyoruz.

"Erek Dağı'nda bir yaz mevsimi boyunca kalmıştık. Üstad, Erek'ten ayrılmadı.

Bir sene Erek Dağı'nda Zernebat suyunun kenarına çekildik. Çok sık ağaçlık bir yerdeydik...

Zernabad'ın başında eski bir manastır harabesi vardı, orada kalmaya başladık.

Erek Dağı'nda iken, kış mevsimi yaklaşıyordu. Eski harabe kilisede kışın kalmak zor olacaktı. Belki de mümkün olmıyacaktı. Üstad bize emretti, toprak içinden mağara gibi bir yer kazmak suretiyle bir barınak yapalım dedi. Yerini de bize gösterdi. Eski harabe kilisenin karşı yamacında bir yerde...

Biz kazmaya başladık, toprak altından çok karıncalar çıkıyordu, yuvaları imiş meğer. Üstad geldi, baktı, gördü: "Bu karıncaları rahatsız etmeye hakkımız yok. Bir evi yapalım derken, diğer bir evi yıkmak olmaz" dedi ve bizi men' etti."

Şêx Said Hâdisesi bahanesiyle Bediüzzaman Erek Dağı'ndan alınıp Burdur'a sürgün olarak gönderilince bu kilisenin camiye çevrilip çevrilmediğini ve akibetinin ne olduğunu yine Molla Hamid'in anılarından öğrenebiliyoruz.

"Üstad, oradan ayrıldıktan sonra, yerini bir köylü aldı. Oranın köylüleri onu uyardılar: "Burada Üstad kalmıştır. Sakın buraya ekleme yapmayasınız, orayı cami yapınız." Fakat orayı alan yabancı köylü, yerlilerin sözünü dinlemeyip tavla yapmış; hülasa kirletmiş. Bunun üzerine iki köylü arasına ihtilaf çıkmış. Jandarmalar yetişinceye kadar, çıkan kavgada biri ölmüş. Orayı alan adamları hapsetmişler. O damları ve ağaçları tamamen yıkmışlar. Orası dağıldı gitti yani…"

Her yılın 23 Mart'ında yüzeysel, ciddiyetten uzak eleştirilerle abartılı övgüler arasında sıkışmamıza gerek yok!

Bediüzzaman'ı üç-beş mevlütle anma kolaycılığına kaçmak yerine, zengin öğretisiyle, isabetli mücadele yöntemi ve derin tespitleriyle yüzleşerek anlamaya çalışalım.

Şimdiye dek;

İman yüklü mesajlarını tefhim ve tahkik etmek yerine onlarla teselli olmayı yeğledik!

Vecizelerini ezberledik ama Nur Külliyatındaki küresel barış misyonunu kendimize dert edinmedik!

55 yılını verdiği Medresetüz-Zehra'sının tahakkukuna 55 günümüzü ayırmadık!

Yalan, riya, şöhret ve çıkar gibi şaibelerden temiz mesleğini takip edemedik!

Mezhepçilik, milliyetçilik ve devletçilik gibi kronik hastalıklarımıza deva olan şefkatli reçetelerini hafife aldık!

Şiddeti dışlayan, adaletli ve öngörülü manevralarını takdir edemedik!

İlmî-siyasî-iktisadî tüm baskılara ve kimliğine bakmaksızın her zalime karşı duran muhalif kimliğini ise hiç temsil edemedik…

Seksen üç yıllık çileli ama hepten anlam dolu yaşamı boyunca iman demiş, doğruluk demiş, hak, adalet ve hürriyet demiş bir barış emektarından hakkı olan daha titiz, daha kapsamlı ve en önemlisi de hakikata saygılı doğru biyografileri esirgedik.

En azından renkli yaşamına, doyurucu mesajlarına ayna olabilecek yeni bir Tarihçe-i Hayat hazırlamak gibi vicdani bir sorumluluğumuzun olduğunu hatırlayalım.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi