Beni yeterince tanısaydın bu kadar sevmezdin...(1)

Onunla da böyle başladı her şey… Ben ne kadar eksiksem, o o kadar tamamlanmıştı…

Kendimi hep eksik buluyorum ben… Hep yetersiz… Olmak istediğim insandan hep uzak düşerim. Ne yapsam, ne etsem hep uzak… Kendimi yeterince sevmediğim için acıyla aşkı hep karıştırırım birbirine… Beni doyasıya sevenleri değil, hep eksik sevenleri severim, onlara bağlanırım. Bana inanlara değil, inanmayanlara tutku duyarım…

Tutarlı bir öyküm yoktur. Kimliğim hep değişir… Sabah inanılmaz bir arzuyla özlediğimden akşam olunca uzaklaştığımı hissederim.

Kendime nasıl inanmıyorsam, bana inandıklarını söyleyenlerden de öylesine kuşku duyarım… Olmak istediğim insandan hep uzak düştüğüm için, yakınımdakileri değil hep bana uzak kalanları özlerim…

Bahçem hep dağınık, hep özensiz gözükür gözüme… Bana uzak olanların, bana inanmayanların bahçeleri hep daha derli toplu, göz alıcı, daha çekici gelir… Daha ulaşılmaz…

Kim beni sever, bana inanırsa bir süre sonra onun da bahçesi tıpkı benim bahçem gibi dağınık, özensiz, soluk gelmeye başlar bana… Benimle ömrünü birleştirmek isteyenlerin ömrü birden eski anlamını yitirir…

Ama ilişkinin başında hiç de öyle değildir… Derin, hiç doyurulmamış ve çok eski bir tutkuyla kalkarım yerimden… Kendimi ne kadar eksik ve yetersiz seviyorsam, sevip bağlanmak istediğimi öylesine aşırı, yoğun ve soluksuz bir tutkuyla sevmeye, özlemeye başlarım… Kendime ne kadar az inanıyorsam, ona o kadar çok inanmaya başlarım…

O ana dek hayatım bir çölden farksızdır. Tarifsiz susamışımdır. Çölün sonunda bir ufuk görmüşüm-dür. O ufkun orada ömrüm boyunca bir türlü gidemediğim susuzluğu giderebileceğim bereketli çeşmeler umarım. Kendime duyduğum inançsızlığımdan ötürü bahçemdeki bütün çiçekler kurumuş, vadilerim çoraklaşmıştır. Oysa, çölün sonunda gördüğüm ufkun başladığı yerde vadiler yemyeşildir. Oradaki çiçekler hiç sararıp solmayacak gibidir.

İşte bu susuzluk yüzünden, işte bu kendime duyduğum inançsızlık yüzünden acıya doymam ben… İçten içe bilirim aslında, istediğim doyasıya su içmek, başkasının çiçeklerle kaplı, yemyeşil vadisinde neşeyle koşmak değildir… Lanetlenmiş yazgımı bir kez de sevip bağlanmak istediğimin dünyasında sınamak ve onun dünyasının da benim ki gibi çorak ve anlamsız olduğunu görmektir aslında istediğim… Ama bunu kendime asla itiraf edemem. Böyle bir arzum yokmuş gibi yaşarım. Çölün ufkundaki vadiye ulaştığım zaman sonsuza dek mutlu olacağıma, artık bir başka yer, bir başka zaman istemeyeceğime inandırırım kendimi…

Onunla da böyle başladı her şey… Ben ne kadar eksiksem, o o kadar tamamlanmıştı… Ben ne kadar kendime az inanıyorsam, o o kadar inançlıydı kendisine… Benim bahçem ne kadar dağınık, özensiz , solgunsa, onun bahçesi o kadar derli toplu, göz alıcı ve parlaktı… Ben ne istediğimi bilmiyordum, o ise kendinin ve isteklerinin o kadar çok farklındaydı… Benim duygularım saat saat değişse bile, onun duyguları sağlam ve bir o kadar değişmezdi… Benim öykümün başı sonu ne kadar belli değilse, onun öyküsü o kadar bölünmez bir bütündü…

Öylesine derin bir hasretle sarılmıştım ki ona, kim olsa ilgisiz kalamazdı bu yoğunluğa… Yıllardır inançsız yaşayan birinin, birden bire inanmaya değer bir anlam bulması gibiydi onun bana hissettirdikleri… Aslında inançlı yaşaması gerekirken, ruhu buna açken ister istemez inançsız yaşamaya mecbur kalmış biri gibiydim… Benim gibi insanlar inançsız yaşayamazlar, yaşarlarsa bir süre ruhları parçalanır, aksi halde hayatla olan tüm bağlantıları kesilir…

Beni bu parçalanmaktan kurtaran kim olursa ona bütün ömrümü bağışlamayı düşünürdüm… Ve ben buna ne kadar inanmışsam karşıma çıkana da buna inandırırdım… Yalnız başıma ölmektense, bana inanan, beni kendime duyduğum inançsızlıktan kurtaran biriyle ölmeyi isterdim…

İlk başlarda hep böyle olurdu… Onunla da öyle oldu… Daha onu henüz tanımıştım ki, içimdeki susuzluk öyle yoğun, öyle dayanılmaz olmuş olmalıydı ki, hiçbir şüphem ve tereddüdüm olmadan ona bütün ömrümü bağışlamak istediğimi söyledim…

Hemen hiç zorlanmadan kabul etti… Ya da ben kabul ettiğini zannettim. Zaten öyle susuzdum ki birine birine aşık olmaya, bu susuzluğu giderme telaşı yüzünden onu pek görmüyordum bile… Ondan çok kendi içime bakıyordum… Kendi parçalanmışlığıma… Kendi çölüme, solup gitmiş çiçeklerime, kurumuş çeşmelerime… Öyle usanmıştım ki kimsesizliğimden, kim olduğunu bilmeden, sanki son umudum gibi derinliğine daldım…

Onun derinliğinde onu değil kendimi gördüm daha çok… Kendi mutlu yüzümü… Kendimle barışmış olmanın bana hissettirdiği tatlılık öylesine inanılmazdı ki, bu duyguyu hissettirdiği için onu benim Tanrım gibi görmeye başlamıştım. Kim olduğunu bilmediğim, ama bana doyumsuz bir sevgi yaşatan Tanrı… Bu Tanrıya durmaksızın kendi hayallerimi, kendi beklentilerimi yüklüyordum… Aşka duyduğum gereksinim öylesine yoğundu ki ondan çok kendimle uğraşıyordum… Başımı onun derinliklerine sokmuş, o derinliklerde onun öyküsünü değil, kendi öykümü seyrediyordum…

Sonra yavaş yavaş o derinliklerden yukarı çıkmaya başlamıştım…

Yukarı çıktığımda yüzü ilk gördüğüm halinden çok farklıydı… O düşsel, o kutsal bir ışık altında yıkanmış gibi ışıldayan yüzü bu defa kaygı ve bilinmezliklerle doluydu… Belli ki ben onun derinliklerinde mutluluk sarhoşluğunda yaşarken onu unutmuştum…

Neden beni seviyorsun? Diye sordu bir gün…

Bu soru Tanrıya sonsuz iman etmiş birine, Tanrı’nın, neden bana inanıyorsun, diye sorması gibi saçma ve anlamsız bir soruydu…

Kendimi senin yanında çok mutlu hissediyorum, hem de hiç olmadığı kadar, diye yanıtladım onu…

Peki, beni ne kadar iyi tanıyorsun? Diye sordu bu defa… Haklıydı aslında ve bu haklılığı içimi ürpertti… Ama hemen toparladım kendimi… Haklı olsa bile ne değişirdi ki, kendimi onun yanında iyi, hem de çok çok iyi hissediyordum, bu yetmez miydi? ..

Hem nasıl derdim ki ona, bende olmayan her şey sen de var, diye:

Ben kendime inanmıyorum, oysa sen sonuna dek inanıyorsun… Benim tutarlı bir öyküm yok, seninse var… Benim bahçem çiçeksiz ve solgun… Seninse yemyeşil… Benim odamda hiç güneş doğmazdı şimdiye kadar… Seninse evinde hiç güneş batmıyor…

Bunları ona söylesem biraz tuhaf olmaz mıydı?

Sonra susup bir süre baktı bana… Yüzü acıyla gölgelenmişti bu suskunlukta… Beni yeterince tanısaydın bu kadar sevmezdin, dedi…

O an benim için aşkın çocukluk mevsimi bitmiş, olması gereken o karanlık, o bitmeyen yolu başlamıştı… Aradığım buydu belki de… Artık hep soru soran ve acıyla gölgelenmiş yüzüne bir kez daha baktım. Aradığım o ıstırap bağışını bana bu yüz verecekti, emindim… Bana hep uzaktan bakacak… Annem gibi beni hep eksik sevecek… Bana hiç ait olmayacak… Bir görünüp kaybolacaktı…

Bunu hissettiğim an ona daha çok bağlandım… Yanlış da olsa, eksik de olsa onun hakkında düşündüğüm bütün o yargılara dört elle sarıldım… Bu yanlış yargılar olmasaydı zaten ne aşk olurdu, ne de yaşam… Ona hissettiğim bu aşk için kimse benim için şüpheye düşmemi sağlayamazdı… O bile…

Ama onu böyle koşulsuz sevdiğim için beni küçümsemeye başlamıştı… Bekliyordum ondan bunu aslında… Çünkü o tıpkı benim gibi kendini küçümsüyordu… Onun da benim gibi tutarlı bir öyküsü yoktu… Benim gibi duyguları saat saat değişiyordu. Sabit bir kimliği yoktu… Sabah beni deliler gibi sevdiğini söylüyor, akşam o cinayet saçları önüne düşüyor, Biliyor musun, aslında senden nefret ediyorum, diyordu…

O da benim gibi kendime inanmıyor, kendisine inanmak için hep aşık olacak birinin varlığına ihtiyaç duyuyordu… Kendisini hep eksik görüyor, bu eksiklikleri tamamlayan kim olursa ona aşık olduğunu sanıyordu… Onun da bahçesi hep dağınık, özensiz ve anlamsızdı… O da benim gibi hep uzaktakini, onu eksik seveni, inciteni arzuluyor, ona garip, hastalıklı bir aşkla bağlanıyordu…

Tıpkı benim gibi o da çölün uzağındaki ufku özlüyor, ufkun başladığı yerde onu bekleyen yemyeşil vadileri, hiç solmayacak çiçekleri, suları hiç bitmeyecek çeşmeleri özlüyordu…

Bana duyduğu nefret bundandı işte… O kendine hiç inanmazken ben nasıl ona inanırdım? O kendini hiç yeterli bulmazken, ben kim oluyorum da onu yeterli biliyordum?... O hiç evinde güneş görmemişken, ben nasıl oluyor da orada hiç batmayan bir güneş görüyordum…

Beni bu kadar çok sevdiğin için senden nefret ediyorum, demişti bir keresinde…

Beni sevmekten başka seçeneği kalmamış olmasından ötürü benden bu kadar nefret ediyordu belki de… Kendisinden kurtulmak isterken kendisine bu denli benzeyen birine bağlandığı için benden nefret ederek kendisini cezalandırmak istiyordu…

Sonra bu nefret bana dönüyor, ona duyduğum bu yoğun zaaf nedeniyle beni cezalandırmaya çalışıyordu…

Kimi günler telefonunu kapatır, beni aramaz, günlerce ortadan kaybolurdu… İşte bu benim mahvım olurdu… Hiç güneş doğmamış odamda onun ışıklar içindeki evini hayal ederdim… O uzaktayken, bensizken onu hep çok mutlu, çok sevinçli, hayatın bütün sırlarını çözmüş gibi düşünürdüm…

Sonra bitkin, yaralanmış, hayal kırıklığından soluk soluğa, bana, o sonsuz çölüme geri dönerdi… Kalbi ve bedeni yaralar içinde… Bu yaralar genellikle şehvet yüzünden açılmış yaralar olurdu ve bu yaralarda bana yapmak istediği kötülüklerin izlerini okurdum… Bana acı çektirmek için yaşadığı şehvet ilişkilerinde, ona bu kadar çok inanan birine kötülük yapma arzusu yatıyordu… Ancak, bana kötülük yapmak isterken en büyük kötülüğü kendisine yapıyordu… Bana kötülük yaptıkça bana daha çok bağlandığını hissediyor, bunu hissedince garip bir çaresizliğin acısını yine benden çıkartmaya çalışıyordu…

Acımasızca, adeta birbirimizi yok etmek istercesine kavga ediyor, benliklerimizi derinden yaralamaya çalışıyorduk, ama yine de birbirimiz için taşıdığımız o tuhaf, o derin anlamı yok edemiyor, birbirimizi yaraladıkça daha çok bağlanıyorduk bu tutkuya…

Ama ikimiz de bu tutkuyu hak etmediğimizi düşünüyorduk… Bu ilişkiyi, bu aşkı ikimiz de ellerimizle kazıyarak, emek vererek, didinerek elde etmemiştik çünkü… Bu aşk bize bağlanmıştı… Bağışlandığı için de aşkın denetimi bizim kontrolümüzde değildi… Bu tutkunun elinde oyuncaktık sanki…

Bazen bu aşkın denetimi benim elime geçer gibi olurdu. O zaman ondan uzaklaşmak, sanki başarabilirmişim gibi kendime yeni bir yaşam kurmak isterdim. Hayatıma başka insanlar alır, onları sevmeye çalışır, onların bahçesini benimkinden daha özenli, daha bakımlı ve anlamlı görmeye çalışırdım…

Kimi zamanlarda ise denetim onun eline geçer, bu defa o hayatına yeni birilerini alır, onların sayesine beni unutmaya çalışır; kendisine ne kadar inanmıyorsa, onlara o kadar çok inanmaya, kendisini ne kadar eksik ve yetersiz görüyorsa, onları o kadar güçlü ve yeterli görmeye kendini inandırmaya başlardı… O hiç güneş doğmayan evinden, onların güneşin hiç batmadığını düşündüğü evlerine koşardı… Ama tıpkı benim gibi, benim dışımda, benden uzakta ne yaşarsa, ne yaparsa bana rağmen yaşardı… Benim onsuz ve uzakta hep sonsuz mutlu, sonsuz sevinçli bir hayat sürdürdüğümü düşünür, içi yanar; bensiz de mutlu ve sevinçli olabileceğini kendisine kanıtlamak için hiç tanımadığı, olmadık insanların hayatlarına girer, çırpınıp durur, o kanayıp duran yarasını biraz daha kanatır, o büyük boşluğunu biraz daha çoğaltıp yine bana dönerdi…

Çünkü benim dışımda kimse onun duygularıyla ilgilenmemişti ve ilgilenmeyecekti de… Herkes gününü gün etmeye çalışıyor, yeni ve farklı hazların peşinden koşuyordu… Bu anlamda kimsenin kimse için harcamayı göze alacağı tek bir dakika vakti yoktu… Herkes hızı durmadan artan bir haz tramvayına binmişti… İstedikleri belliydi insanların… Bunları aldıkları zaman arkalarına dönüp bakmadan çekip gidiyorlardı…

Tıpkı o da benim gibi, başkaları ona bu kadar hoyrat ve acımasız davranırken benim onu bu kadar seviyor olmamı anlamıyordu… Bu sevgiyi hak etmediğini düşünüyor, bunu düşününce de bana karşı büyük bir güvensizlik duyuyordu…

Üstelik bu güvensizliğini pekiştirecek bir şey yapmıştım… Yine ortalıktan kaybolduğu, beni aramadığı, telefonunun kapalı olduğu bir zamandı… Artık tahammülüm kalmamıştı bu belirsizliklere… Aşkımızın en tepede, en yoğun olduğu bir gün onu terk etmeye ve bir daha hiç aramamaya karar vermiştim. Ve bu düşüncemi küçük not defterime ayrıntılarıyla yazmıştım… Bu not defterim eline geçmiş ve bu düşüncemi okumuştu… Ama hiç belli etmedi. Aksine eskisinden daha iyi davranmaya başlamıştı bana… Artık ortadan kaybolmuyor, telefonlarını kapatmıyordu… Beni yaralamaya çalışmıyor, hiç olmadığı kadar özenli davranıyordu… Ve ne tuhaf ki bana sevgi dolu ve özenli davranmaya başladığında onu kendim gibi eksik ve yetersiz görmeye başlamıştım: O da benim gibi kendisine inanmıyor, yalnızlığa katlanamıyordu… Onun da öyküsü benim ki gibi tutarsız ve paramparçaydı… Benliğini küçümsüyordu durmadan… Onun da bahçesi benimki gibi dağınık ve özensizdi… O da çölde kalmıştı benim gibi ve alabildiğine susamıştı… Evinde hiç güneş doğmadığı için güneşli sandığı evime sığınıyordu… O da benim gibi kimsesizdi… O da benim gibi onu kim sevse bunu hak etmediğini düşünüyor, bu sevginin arkasında gizli bir çıkar arıyordu… Onu da benim gibi annesi eksik sevmişti… Sevgiye çok ihtiyaç duyduğu çocukluk yaşlarında sevgi hep geç gelmiş, geldiyse bile o artık istemediği bir zaman, o büyük boşluk çoktan açıldığı zaman gelmişti… O da benim gibi aşkla acıyı hep birbirine karıştırıyordu…

Bu yüzden onu kim sevse gözünde değerini yitiriyordu… Kim onu eksik sevse onun peşinden koşuyor, onu terk edene hastalıklı bir tutku duyuyor, kapısında geceler boyu bekliyor; ama sonunda o kapı açılıp onu terk eden, bundan pişmanlık duyduğunu, onu yeniden seveceğini söyleyip boynuna sarıldığında her şey bitiyor; ona duyduğu bütün arzusu o an sönüyor, kolları güçsüzce aşağı düşüyor, içinde sakladığı bütün inançsızlıklar açığa çıkıyor, birkaç saat önce büyük bir tutkuyla özlediği insan bir anda anlamını yitiriyor,gözünden düşüyor, onun için beslediği umutları cam kırıkları gibi susuz kalmış ellerine batıyordu…

Şimdi ne olacak? Dediğimi iyi hatırlıyorum. İki çöl, iki inançsız insan,, iki solgun ve çiçeksiz bahçe, iki tutarsız öykü aynı evin içindeydik… Kim kime sunacaktı o çok özlediğimiz ıstırap bağışını?...

Seni bir adamla tanıştırmak istiyorum, dedi bir akşam… Gözlerine baktım. Yüzüne yine o acı gölge gelmişti…

‘’ Kim o adam? Neden beni tanıştırmak istiyorsun? Böyle birinden daha önce bana hiç bahsetmemiştin? ‘’

‘’ Tanımalısın bence… Tam bir roman kahramanı… Çok güçlü, çevresi oldukça geniş, çok zengin, ama aradığı sevgiyi bir türlü bulamamış biri… Öyle ilginç, öyle trajik bir hayatı var ki…’’

‘’ Sen nereden tanıyorsun o adamı? ...’’

‘’ Çok eskiden beri tanıdığım biri… Ona çok güvenirim, o da bana..

Sohbetini çok severim. Hem seni de merak ediyor. Tanışmanızı çok istiyorum… Hadi kırma beni, ne olur… Kırk yılda bir bir şey istedim senden…’’

Önce karşı çıktım. Kendimi öylesine yorgun hissediyordum ki, yeni bir insan tanımaya hiç gücüm yoktu… Hem insanlar birbirlerine o kadar çok benziyorlardı ki artık… Bir insanı tanımak bir çok insanı tanımaya yetip artıyordu bile…

Bir süre tartıştık… Sonunda beni ikna etti. İkna olmamın nedeni onun bana son günlerde hiç olmadığı kadar iyi davranmasıydı… Hem ilişkimizin kontrolü ne zamandır benim elimdeydi… Ne zamandır onun bahçesi benim bahçemden daha soluktu… Onun öyküsü benimkinden daha tutarsız, o kendime olduğumdan daha inançsızdı kendisine… Beni hiç hak etmediğim kadar sevdiği için o eski değerini çoktan yitirmişti gözümde…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi