Bir uzun yol arkadaşı: Sabiha Sertel

Bir uzun yol arkadaşı: Sabiha Sertel
Yakın tarihin en önemli tanıkları arasında yer alan Sabiha Sertel’i ikinci kuşak yeğeni Nur Deriş ile konuştuk.

Berken DÖNER


ARTI GERÇEK - Sabiha Sertel, ülkemizde gazeteciliği meslek olarak benimseyen ilk kadın gazeteciydi. Eşi Zekeriya Sertel ile birlikte aydınlanma sürecimizde önemli yeri olan gazete ve dergiler yayınladılar. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş dayanaklarını oluşturan reformları desteklediler.

Hatta Sabiha Sertel bununla da yetinmeyip daha gelişmiş bir toplum projesi için mücadele etti. Sabiha Sertel’in Osmanlı Selânik’inde başlayan hayatı, Cumhuriyet İstanbul’unda sürdü, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nde sürgünde sona erdi.

Yakın tarihin en önemli tanıkları arasında yer alan Sabiha Sertel’i ikinci kuşak yeğeni Nur Deriş ile konuştuk.

Selânik, Osmanlı yönetiminde geçen 482 yıl boyunca çok uluslu, çok kültürlü, çok dilli bir kent olma özelliğini sürdürdü. İmparatorluğun İstanbul’dan sonraki en canlı kentini Osmanlı’nın sosyo-kültürel tarihinde nasıl bir yere koyarsınız? 

Selânik ve İstanbul arasındaki farkı, Ankara-İstanbul arasındaki farka benzetiyorum. İstanbul o yıllarda başkent ama Selânik çok daha canlı bir liman kenti.  Osmanlı’nın 3.ordusunun merkezi. Entelektüel hayat çok yönlü, ticaret hayatı oldukça zengin… Ticaretin getirdiği refah sayesinde eğitimli bir toplum var. Bu sayede değer üretebilmiş bir şehir Selânik. O çok kültürlü toplumun birbiriyle temas hâlinde olmasının, kaynaşmış olmasının sonucu olan kültürel birikime başka yerde kolay kolay rastlayamazsınız. Bu açıdan belki biraz İzmir’e benzer. Hatta Selânik’e gittiğimde İzmir’e ne kadar benzediğini görüp, şaşırmıştım. Selânik İzmir’e görsel olarak da benzer, hayat tarzı olarak da benzer… Selânik’te tanıdığım insanlarda ilk gözlemlediğim şey, rahatlıkları, hemen bir arada olabilme hâli olmuştur. Bu yönüyle de İzmirlilere benzerler. Üstelik, Selânik Helenleştirme sürecine rağmen, bu özelliğini bugün bile koruyor. En azından izlerini ararsanız, bulursunuz. Ne yazık ki Selânik’te şehircilik açısından çok kötü işler yapıldı. O çok kültürlü toplum yapısının kurumsal alt yapısı çok plânlı bir şekilde yok edildi. Örneğin Yahudi Mezarlığı’nın olduğu yer, şu an Selânik Üniversitesi’nin kampüsü. En son 2015 yılında gittim… Gider gitmez Olimpos Meydanı’nı görmek istedim. Limanın karşısında yer alan ve dönemin finans dünyasının toplandığı, şehrin göbeğindeki bu alan, 1908 Devrimi’nin ilan edildiği meydandır. Böylesine bir hafızaya sahip meydanı otopark yapmışlar! Hemen yakınına da çok gülünç bir şekilde Aristoteles Meydanı adında yeni bir meydan yapmışlar. Son derece yapay, şehrin organik yapısı ile özdeşleşememiş bir mekân. Kentin görkemli Osmanlı geçmişinden geriye pek bir şey kalmamış. Ancak araştırırsan, iğneyle kuyu kaza kaza bir şeyler bulabiliyorsun. 

Sabiha Hanım’ın yaşadığı yıllarda Selânik, bir Yahudi kentiydi. 60.000 civarında Sefarad ve 20.000 civarında "Selânikli"nin yaşadığı bu kent, Avrupa’daki entelektüel ve kültürel gelişimden de etkilenen önemli merkezlerden birisiydi. "Selânikliler"in kent kültürüne katkısı ne yöndeydi?

"Selânikliler" kendi içlerinde birbirlerine çok bağlılar, dayanışma hâlindeler. Okulları, yardım sandıkları var. Eğitime çok önem veriyorlar, bilhassa kız çocuklarının okumasını destekliyorlar. Nitekim Şemsi Paşa Mektebi’nde kız çocukları da eğitim görüyor. Bu, o yıllar için çağının çok ötesinde, çok değerli bir tutum. Kızların üniversiteye gitmesi mümkün olmadığı için, genç Sabiha Nazmi (Sertel)’in önderliğinde kurulmuş bir cemiyet var: Tefeyyüz (Aydınlanma) Cemiyeti. Sabiha, kendisi gibi meraklı, okumak isteyen kızları bir araya getiriyor, cep harçlıklarıyla özel öğretmen tutarak üniversite seviyesinde eğitim alıyorlar. Bu cemiyet, kadınların özel bir girişimidir. "Selânikliler"in hemen hepsi o dönem, istibdata karşı mücadelenin içerisinde yer alıyor. Dönemin sosyalist ve sendikal hareketleri de bu yapının bir parçası. Diğer yandan, şehirdeki diğer etnik-dinsel gruplarla da aralarında bilinen belirgin bir sorun yok. Yunanlarla da Yahudilerle de yakındılar… Bu yakın ilişkilerde şaşılacak bir şey yoktu çünkü o yapı içerisinde yakın olmamak mümkün değildi. Toplumlar, ticari bağlar nedeniyle iç içe geçmişti. Birbirlerinin dilinden anlarlardı: İspanyol Yahudicesi tabir edilen Ladino, Türkçe, Fransızca, Yunanca, Bulgarca, İtalyanca… Selânik’te o dönem dört dilde resmi gazete yayınlanıyordu: Türkçe, Yunanca, Bulgarca ve Ladino. Selanik’in Batı’ya yakın, İstanbul’dan uzak olması, özgür bir alan yaratıyordu. "Selanikliler"in de bu son derece gelişmiş basın-yayın dünyası ile iyi ilişkileri vardı. Fransız devriminin "Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik" düsturunu benimsemişlerdi. Hemen hepsi, Cumhuriyetin kuruluş yıllarında laik devlet anlayışını ve "eşit yurttaş" kimliğini büyük bir sadakatle benimsediler. Hatta Sabiha ve Zekeriya’nın evliliğine, aile içinde verilen onay da bu inancın sonucudur. 

Rumeli tarihinde pek çok kırılma noktası var. Selânik’in geçmişine baktığımızda da iki büyük olay var ki tarihsel sürecin değişmesine neden olmuş; "Balkan Harbi" ve "Mübadele". Sabiha Hanım’ın ailesi bu iki büyük dönüm noktasını nasıl karşıladı? 

Sabiha’nın ailesi dahil, "Selânikliler"e mensup pek çok aile, Balkan Harbi’nden sonra kenti terk ediyor. Dedem de ailemizi toplayıp, İstanbul’a getiriyor. Artık Selânik’te yaşayamayacaklarını anlıyorlar. Ya İzmir’e ya da İstanbul’a yerleşmek için girişimlerde bulunuyorlar. Bu süreçte maddi-manevi büyük kayıplar yaşıyorlar. Bir yakınımızın babası için anlatılan bir hikâye var: Çok zengin bir kumaş tüccarıymış. Bütün işi, sahildeki evinde oturup, gemilerini saymakmış. Balkan Harbi patlak verince, servetini nasıl koruyacağını bilememiş. Etrafındakiler, "Bu savaşı Almanlar kazanacak. Sen bu kadar parayla Selânik’ten çıkamazsın. Gel, sen bu altınları Alman parasına çevir" diye akıl veriyorlar. O da bu sözü dinliyor. Sonuç, hüsran! Bütün servetini kaybediyor. Buna benzer çok hikâye var. Mübadele başladığında "Selânikliler"in çok azı kentte kalmıştı. Onlar da bu vesîle ile İstanbul’a yerleştiler. Sabiha’nın ailesi kenti ilk terk edenler arasında. Nişantaşı’na yerleşiyorlar.

Sabiha’nın ailesi için o yıllarda Nişantaşı’nda yaşamak ne anlama geliyordu? Sabiha Hanım bu yeni yaşama uyum sağlayabilmiş miydi? 

Sabiha’nın ailesi varlıklı değildi. Etraflarındaki insanlara nazaran daha makul bir hayat sürüyorlarmış. Bütün aile Şişli-Nişantaşı’nda, birbirine yakın evlerde otururmuş. Sabiha’nın annesi Atiye Hanım, bütün gayretkeşliği, becerikliliği ile aileyi bir arada tutmayı başarabilmiş. Sevilir, sayılırdı… Kanımca Selânik’i geride bırakmanın hüznünü taşısa da kendine özgü yeni bir dünya kurmayı başarabilmişti. Babaannemin ise arkadaş çevresi çok renkliydi. Hepsi son derece şık, becerikli, hamarat, ailelerine çok düşkün kadınlardı. Bu kadınlar sık sık toplanırlar, bezik oynarlardı. Bu buluşmalar muhakkak hafta içi olurdu çünkü hafta sonları eşler evde olurdu. Cumartesi-pazar aileye ayrılırdı. Şişli Terakki Okulu’nun her sene bir kermesi olurdu.  O kermesin hazırlığı bütün senenin en önemli konusu olurdu. "Selânikliler" in el işleri pek meşhurdur. Hatta Sabiha’nın annesi Atiye Hanım’ın iğne oyaları çok meşhurmuş. Bu kermesler kadınların yaratıcılıklarını sergiledikleri işlere vesile olurdu. Günlerce örtüler işlenir, danteller çekilir, oyalar yapılır… Kermes günü de o muhteşem yemeklerinden yaparlardı. Babaannem çok güzel dikiş dikerdi. Avrupa modasını izlerdi. Hazır giyim olmadığı için, bütün elbiselerini kendi dikerdi. Etrafındaki hanımlar da öyleydi.

Selânik’te alıştıklarına yakın bir hayat kurmuşlar…

Bundan çok emin değilim. Selânik’te daha zor bir hayatları vardı. Sabiha’nın en küçüğü olduğu o altı çocuğun ailesi geçim sıkıntısıyla baş etmek zorundaydı. Ailenin İstanbul’da hayata tutunmasını sağlayan, kol kanat geren dedem oluyor. Artık avukat olmuş, kendi düzenini kurmuş… Selânik’in adı bile aile içinde dillendirilmezdi. Diyebilirim ki sadece yemek kültüründe devam ediyordu. Babaannem mükemmel bir aşçıydı. Kendi yaptığı baklavaları meşhurdu. Yine çok sık yaptığı erikli köfte yemeğinin Selânik kökenli olduğunu bilirdik. Uzun bir masa etrafında aile bir araya gelir, kolalı nakışlı masa örtüleri serilir, ince porselenler, kristaller çıkarılır… 

Sabiha’nın, böyle varlıklı hemcinslerine fuzuli işlerle uğraşan kadınlar olarak baktığı açık. Yalnız aile çevresindeki kadınlar için değil, toplumsal konularla ilgilenmeyen bütün kadınlar için "tufeyli" sözcüğünü kullanıyor, sık sık. Tabiî Sabiha’nın da ailesinden alıştığı bir görgü var, yetenek var. Sofra kurmakta üstüne yok. Çok iyi bir aşçı, ki mezeleri o dönemde evine girip çıkan entelektüel çevreden de epey takdir topluyor. Hatta büyük kızı Sevim evlendiği zaman, Amerika’ya gelin gideceği için ona el yazısı ile bir yemek tarifleri defteri hazırlamış. Bir de her zaman çok şık! En kötü zamanlarda bile giyim kuşamından ödün vermiyor. 

Sabiha Hanım ve Zekeriya Bey hep birlikte anılıyorlar. Genellikle "Serteller" gibi homojen bir yaklaşımın egemen olduğunu görüyorum. Oysa ki pek çok konuda farklı yaklaşımları var. "Serteller" gibi homojen bir kişileştirmeden söz edilebilir mi? Ne dersiniz?

Sabiha, erkek egemen bir toplumda, erkek egemen bir basın dünyasının içinde kendini var etmeye çalışan bir kadın. Kendini gerçekleştirebilmek için, eşinden daha gözü kara, daha cüretkar, daha çok yönlü olmak zorundaydı. Zekeriya Bey de son derece politik ama Marksizmle mesafeli. Sabiha, Marksist düşünceye daha yakın. Henüz Columbia Üniversitesi’nde öğrenciyken o dönüşümü yaşıyor. Zekeriya Bey ise Marksizmle mesafeyi koruyor. Onun için gazeteciliğin meslek ahlakı ön planda. Gazetecinin objektif olması gerektiğini düşünüyor. Onun önemsediği konu, ideolojilere mesafeli, soğukkanlı, kimsenin etkisinde kalmadan tahlil yapabilmek ve özgürce yazmak. Bu nedenle düşünce akımları ile ilişkisi temkinli ilerliyor. Ama gazetecilik hayatları boyunca her ikisi de kararlı ve inançlı bir şekilde demokratik değerleri savunmakta birbirlerini hep tamamlıyorlar.

Siz de Türkiye sosyalist hareketinde yer almış bir kişisiniz. Sabiha Sertel’in "büyük miras"ı ile ne zaman karşılaştınız? Aile içindeki yeri hakkında neler söylersiniz? 

Sabiha’nın başına gelenler bizim başımıza gelmesin diye, aile içinde ondan pek söz edilmezdi. Bütün o sakınmalara rağmen, benim gençlik yıllarım yükselen bir sol harekete denk geldi. Buna kayıtsız kalamazdım. Sabiha ile aşağı yukarı benzer yollardan geçtim. Fakat onu tam anlamıyla keşfettiğimde yirmi dört yaşındaydım. Hakkındaki bilgileri iğneyle kuyu kazarak edindim. Zekeriya Bey de aile içinde çok sevilir, sayılırdı. Ondan hep olumlu bahsedilirdi. Özellikle kayınvalidesi Atiye Hanım’ın çok sevdiği anlatılırdı. Atiye Hanım, son dönemlerinde onların evinde yaşadı. Atiye Hanım’ın Moda’daki evde, ölümünden az önce (90’ında vefat etmiştir) çekilmiş bir fotoğrafı var. Gözlüksüz, ince bir nakış işi yapıyor. Böylesine hayata bağlı bir kadınmış. Zekeriya Bey hapisteyken, Sabiha’nın dedemden çok yardım aldığını biliyorum. "Tan Baskını" sırasında ve sonrasında ise ailesinden bu desteği gördüğünü söyleyemeyeceğim. 

Sabiha Hanım ve Zekeriya Bey, Türkiye’de demokrasinin tesis edilebilmesi için bütün güçleriyle çalıştılar. Çok parlak ve güvenli bir kariyere sahip olacakken, bunu reddettiler. Bedel ödediler. Bütün bunları gözeterek soruyorum… Mücadelesini verdikleri toplumsal yaşama biçiminin nedenselliğini oluşturan olaylar karşısında yeterli tepki göstermediler gibi geliyor bana. Örneğin Varlık Vergisi karşısında Tan Gazetesi’nin tutumu ve/veya 1915 konusunda derin suskunluk… Sertellerin kendilerini eksik bir tarih anlatısı üzerine inşa ettiğini söyleyebilir miyiz?

Varlık Vergisi, "Selânikliler"i de sarstı. Dolayısıyla Sabiha’nın ailesi de derinden etkilendi. Dedem sahip olduğu bir iş hanını satarak kurtuluyor. Sabiha ve Zekeriya, Cumhuriyet’in nasıl evrildiğinin bilincindeydiler, bütün bunları, demokratik olmayan bir düzende yaşadıklarını biliyorlardı. Suskundular çünkü sürgündeyken hep bir Türkiye’ye dönme hayalleri vardı. Bir gün mutlaka yeniden Türkiye’de yaşayacaklarını düşünüyorlardı. Bunu tehlikeye atacak hiçbir şey yapmadılar. Hep ince bir çizginin üstünde yürüdüler.

İktidarın basın ile hesaplaşmasının en trajik sonuçlarından biri olan "Tan Matbaası Baskını" hafızalardaki yerini koruyor. Bu saldırının bütün bir sol- muhalif hareketi bastırmaya yönelik bir saldırı olduğu artık biliniyor. Olası bir birleşik muhalefet cephesini parçalamak için yapılan bu saldırı bugün yaşadıklarımıza çok benziyor değil mi? 

Tan Baskını’na giden bir süreç var. İlki Görüşler dergisi üzerinden Bayar ve Menderes ile olan yakınlık, demokratik cephenin kurulma ihtimali. Diğeri ise pek bilinmiyor: Zekeriya Sertel’in hazırlamakta olduğu yazı dizisi! Zekeriya Bey, savaş döneminde haksız kazanç sağlayanları ifşa etmek üzere bir yazı dizisi hazırlıyordu. Dönemin muktedirlerini ve yandaşlarını ifşa edecekti. Bu yazı dizisi hiçbir zaman yayınlanamadı. Ardından Tan Baskını geldi, 1946’nın bilinçli biçimde saptırılmış, hileli seçimleri geldi ve çok partili rejime geçiş engellendi. Tan Matbaası’nda sadece Tan Gazetesi çıkmıyor. Son derece ileri tekniklerle donatılmış bir matbaa. Birçok yayıncı orada kendi yayınlarını da bastırıyor. Özellikle işlemez hâle getiriliyor. Bu olayın çok bariz bir görgü tanığı vardır. Oradaki matbaa ustalarından biri kendini saklamayı başarıyor. Öğrenciler makinelere baltalarla saldırırken, içlerinden biri bağırıyor. "O şekilde bozamazsınız" diyor. Kurşun harfleri alıyor, "Bunları alıp, makinelerin çarklarının içine atacaksınız. Ancak o şekilde bozulur" diyor. Sabiha Sertel’in otobiyografisi Roman Gibi’nin İngilizce tercümesi The Struggle for Modern Turkey-Justice, Activism and A Revolutionary Female Journalist başlığıyla 2019’da I.B.Tauris/Bloomsbury tarafından yayınlandı. Editörlüğünü Sertellerin torunu Tia O’Brien ile yaptığımız kitapta İngilizce okurlar için açıklayıcı pekçok bilgi ekledik. Az önce sözünü ettiğim konuları bu kitapta daha da ayrıntılı bir şekilde ele aldık.

"Tan Matbaası Baskını"ndan sonra, Sabiha ve Zekeriya Sertel yurtdışına çıkmak zorunda kaldı. Sabiha Hanım sürgünde hayatını kaybetti. Onlar Türkiye’de bir demokratikleşme mücadelesinin aktörleriydiler. Siz nihai olarak ne söylersiniz?

Şüphesiz ki yaşadıkları bugünlere çok benziyor. Değişen pek bir şey yok... Tan Baskını’ndan sonra ev hapsinde tutuluyorlar. En yakınları ile bile görüşemiyorlar, takip ediliyorlar. Önceleri Moda’daki evleri konuklarla dolup taşarken, birden herkes elini eteğini çekiyor. İstanbul’un en kalburüstü aydınlarının buluşma yeri olan ev, ıssızlaşıyor. Birkaç yakın dostun dayanışması dışında Sertel çifti yalnızlığa mahkum oluyor. Bunun yanı sıra, çok ciddi bir geçim sıkıntısı çekiyorlar. Matbaa tamamen tahrip edildiği için gelir sağlayamıyorlar. Yine de ellerinde kalan en kıymetli servet, kadim dostları Nazım Hikmet! Resimli Ay’da beraber çalıştıkları, yoldaşları Nazım Hikmet… Yurtdışına çıktıktan sonra hayata yeniden tutunmalarında Nazım’ın büyük katkısı var. Bizim Radyo’nun kurulması, daha öncesinde Macaristan’da Türkçe yayınlarda yer alabilmeleri, Nazım’ın gayretiyle gerçekleşiyor. Nazım’ın ölümünden sonra Bakü’de iyice yalnızlaşıyorlar, Sabiha’nın son yıllarında Bakü’de tedavisi zorlaşıyor…

Öne Çıkanlar