Bu şehirde kaybolmak

Belki de artık kimseyle dertlenmeyecek bu şehir; kimseye bir işaret, sihirli bir sözcük vermeyecek. Çünkü öyle çok ihanet edildi ki ona.

Bir zamanlar sizin olan şehir artık sizin olmaktan çıkmışsa; onunla dertleşmek, ondan bir işaret, bir sihirli sözcük beklemek neye yarar? Ona her içinizi açtığınızda o korkunç kayıtsızlığıyla sizi tarafsız bir şekilde aşağılayacaktır. Tıpkı İstanbul’un, ona her sığındığımda bana yaptığı gibi. Belki de artık kimseyle dertlenmeyecek bu şehir; kimseye bir işaret, sihirli bir sözcük vermeyecek. Çünkü öyle çok ihanet edildi ki ona. Artık kimse onun kalbini nereye gizlediğini bilemez…

İşte bir İstanbul gecesinde, yine kendimleyim. İstanbul, gizemli ve serüven dolu bir orman gibi uğulduyor yanı başımda. Sanki o davetkâr, o ışıklı kollarının arasına çağırıyor beni. Ve ben, bir an için de olsa, onca düş kırıklığı ve onca ihanetten sonra, her şey eskisi gibi olacakmış gibi sanıyorum. Ve ona, sakladığı yüzüne, kalbine, sırlarına herkesten çok yaklaşmak ve onu görmek istiyorum. Bana baktığı yere, gözlerine bakıyorum…

Hayır, bana bakmıyor; aslında kimseye bakmıyor; yoksa uğuldayan kalabalığın üstünden uzaklara, bu şehirdeki harcanan insanların cesetlerinin biriktiği ufka mı bakıyor, sonsuz bir acıyla? Yo, oraya da değil! Daha yakından bakıyorum yüzüne. İşte o an tüylerim diken diken oluyor, ruhum buz kesiyor. Bu şehrin gözlerinin derin bir boşlukla oyulduğunu görüyorum. Kavranamayacak bir kayıtsızlıkla kendine dönmüş bir yüz bu. Bizi gören, gözeten, duyan kimse yok, diye söyleniyorum kendi kendime… Kaybolduk… Kayboldum!.. İşte bu anda, kaba, korkak, şehvet ve ihanet dolu, açgözlü ve acımasız sesler korkunç bir gürültüyle yükseliyor şehir denen bu karanlık ormanın ortasından ve birbirine karışıyor…

Yaralarımı iyiden iyiye sarıp ve şehrin o ürkütücü ve beni zaman zaman büyüleyen o çürümüşlük kokusunu içime çekip yürüyorum. Bu şehirdeki bilmediğim sokaklara, meydanlara evlere, meyhanelere; bilmediğim sislere, yüzlere doğru yürüyorum… Bilinmediğim yerlere ve duygulara…

Bu şehirdeki kimi insanlar beni bildiler de, tanıdılar da ne oldu, diye düşünüyorum. Her biri kendime olan inancımdan, güvenimden bir parça alıp götürdü. Ben önlerine ışığımı, çocuksu sevinçlerimi, o sonsuz sandığım umutlarımı uzattım cömertçe: onlarsa dostluğumu, karanlık bir iş birliği, yakınlığımı ise bir görgü tanıklığı sayıp en çıplak, en savunmasız yanımı hedefleyip ölümüne sakatladılar, acımasızca yaraladılar beni…

Onlar için yine de endişe duyuyorum. Çünkü bütün kötülüklerini bu şehre güvenerek yapıyorlar, kendilerini bu gösterişli ve güçlü sandıkları şehrin bir parçası sanıyorlar. Ve en acısı, kaybolduklarını bilmiyorlar. Eminim, çoğu bu şehrin yüzüne yakından bakmadı, onun oyulmuş gözlerini, o kavranamayacak kadar derin olan kayıtsızlığını ve her geçen gün şehrin ufkundaki cesetlerden yükselen o dayanılmaz çürümüşlük kokusunu duymadı… Eğer duysalardı; bu şehre, bu denli bağlanmazlar, bu denli bencil ve duygusuz yaşamazlardı…

Gece yürüyor ve ben yüksek bir tepeye çıkıp lanetli bir gemi gibi karanlık ve ürkütücü denizde yüzen şehre bakıyorum. Şehir ışıklar içinde yalpalıyor. Işıklar, yakınlarımı, dostum sandıklarımı, tanıdıklarımı saklıyor sanki benden. Bir an bu ışıklardan birinin altında, annemin bir evde, yatağında, kimsesiz uyuduğunu düşünüyorum. İçim acıyla ürperiyor. Annemi gecenin bu saatinde, bir yatakta kimsesiz uyurken düşünmeye dayanacak gücü bulamıyorum kendimde…

Sonra, izbe, unutulmuş bir meyhaneye giriyorum. Tek başına içki içip kendi kendilerine konuşan erkeklere bakıp içiyorum ben de. Yalnız içen erkekler meyhanenin ortasındaki, büyülü, derin ve karanlık boşluklara nefretlerini kusuyorlar; gökyüzündeki kayıp yıldızlara hayali yumruklar sallıyorlar. Hepsi de bilinmez yerlerde, iyi yürekli ve hiçbir şeyi unutmayan birtakım vefalı insanların görünmez bir pencereden kendilerine baktıklarına ve onlara yerden göğe kadar hak verdiklerine gönülden inanıyor. Onlar da bu şehirde kaybolduklarını bir türlü kabullenemiyorlar sanki… İşte bu anda, içimde, her nasılsa kalmış bir umut duygusu ısınıyor. Bu insanları bu duyguyla sarıp sarmalamak istiyorum. Sonra, bu yalnız ve kaybolmuş gece adamlarından birkaçıyla birlikte bir dolmuşa biniyorum. Alkol, kırgın ve alıngan fısıltılarla dolaşıyor damarlarımızda. Sanki evlerimize değil de bu dünyanın gerçek sahibini bulmak için, onun kalbine doğru ilerliyoruz.

Şoförümüz alkolün büyülü sisiyle örtülmüş bu tuhaf hâlimizi fırsat bilip gece tarifesinin de üstünde ücret istiyor bizden. İtiraz ediyorum. Tarifenin üzerine çıktığını söylüyorum. Tartışma uzuyor. Ve şoför ansızın frene basıyor. "İn ulan aşağıya!" diyor. Duraklıyorum ve ne yapmam gerektiğini düşünüyorum.

Ancak belli ki şoförümüzün benimle kaybedecek hiç vakti yok. Bir şeylere yetişmeye çalışıyor, açgözlü bir telaşla. Bu güçlü ve gösterişli görünen şehrin bir parçası sayıyor kendini o da; kaybolduğunun farkında değil oysa. Direksiyonun altındaki bir bölmeden levyeyi kapıp dışarı çıkıyor ve oturduğum taraftaki kapıyı açıp beni dışarı sürüklüyor ve levyeyle vurmaya başlıyor bana. Gece adamlarından birinin çıkıp beni kurtarmasını bekliyorum ama o an arabanın camlarının sislere gömüldüğünü görüyorum. Bu şehirde herkesin kaybolduğunu, bu yüzden kimsenin kimseye asla yardımcı olamayacağını bir kez daha anlıyorum. Yere düşüp kalıyorum, öylece…

Şoför, bir iki tanıdık küfür savurduktan sonra direksiyonun başına oturuyor; savaş aracı levyesini gururla yerine yerleştiriyor ve gaza basıp gidiyor. Gecenin bir yarısı çevre yolunda kalakalıyorum… Evime doğru ağır adımlarla yürürken, bir ara kendimden şüpheye düşüyorum; sesimi duymak istiyorum. Garip, çok uzak, hırıltılı bir ses çıkıyor ağzımdan. Kollarıma, ellerime ve yüzüme dokunuyorum; bir yabancıya dokunur gibi oluyorum. Anlıyorum ki bu şehirde kayboluşumun acısı, amansız olunca bir başkası oluyorum ben: Bu şehirde, sanki daha önce hiç yaşamamış bir başkası…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Cezmi Ersoz Arşivi