Dipten duyulan fısıltı

Dipten duyulan fısıltı
Güven krizi, karamsar öngörüler, umut ve çürüme arasına sıkışmış bir toplum gerçeğiyle karşı karşıyayız. Ve umudun ince fısıltısı..

Josef H. KILÇIKSIZ


ARTI GERÇEK - Erdoğan İkizdere direnişi için "ne kadar komünist varsa buraya toplamışlar söylemiyle Sol’u her sorunun altındaki "çıbanbaşı" olarak aşağılarken, Sakarya zaferi için Nazım’ı alıntılamaktan imtina etmedi. Sol mahalleden "kültürel yağma", aslında sağ muhafazakâr popülistlerin sık sık başvurdukları bir yöntemdir.

Sağ muhafazakârlar bir türlü fethedemedikleri kültürel alana hep kıskançlıkla yaklaştılar. Kıskançlıksa, komployu körükleyip günah keçisi arayışını harekete geçirdi.

"Sosyal kıskançlık" bu sefer kültürel olarak başarılı mahalleye yönelikti. Çünkü komploya inananların çoğunun, güçlü olduklarını düşündükleri kişilere karşı güçlü kırgınlıkları vardır.

İyi haber şu ki, onların komplo teorileri gerçeğe duyulan ihtiyacı dışa vurur.

Siyasal İslam’ın komplo havarileri, çılgın teorileriyle geçmişten beri, ‘kendini beğenmiş, seçkinci Establishment’e tepki gösterip durdular. Genç cumhuriyetin seçkinci kadrolarına karşı bu "haklı" direnç, sağ görüşe sahip kişilerin çoğu zaman komplo kurmaya meyilli olduğu gerçeğini gözden kaçırdı.

Sağcı, dinci-muhafazakâr komplocular, krizler veya pandemiler gibi olumsuz olayların, güçlü kişilerin veya lobilerin planlı eylemleri olduğundan şüphelenme eğiliminde olan kişilerdir. Bu komplocu eğilim, son aşı karşıtı mitingde daha da belirgin hale geldi.

Türkiye’nin stratejik avantajı insan haklarının ayaklar altına alınması sırasında AB ve ABD’nin gösterdiği hoşgörüde daha da belirgin hale geldi. Ülke, NATO üyeliğini Rusya ile uçak krizinde tepe tepe kullanırken, mesela Kabil havaalanının işletilmesi mevzusunda NATO üyeliği bu defa AKP’ye ayak bağı oldu. Taliban’ı ikna etmek için bu sefer "İslam ülkesi" kartı kullanıldı.

AKP, içte ve dışta bu hibrit ve çelişkili politikalarla, bence, siyasal olarak hayatta kalma mücadelesi verdiğini gösteriyor. AKP, kaybetmeye doğru mayalanırken, partinin çekirdek İslamcı ruhu, etrafa laiklikle ilgili zehirli fanteziler saçmaya başladı.

 Bu fanteziler arasında en toksik olanı şüphesiz laikliğin anayasadan kaldırılması gerektiği yönündeki görüşlerdi. Laiklik tartışmaları etrafında toplumun kutuplaştırılması bu düşüş eğilimini tekrar tersine çevirebilir mi? Sanmıyorum. Çünkü toplum, yıllardır süren kutuplaştırmalar nedeniyle sosyal yorgunluk ve bıkkınlık belirtileri gösteriyor.

Ancak laiklik mevzusu, "Müslüman ülke" söyleminin büyülü zırhı altında, siyasal İslamcılara hâlâ siyaseten "ekmek yediren" bir olgu olmayı sürdürüyor. Topluma yirmi yıldan beridir yapılan Osmanlıcılık aşısı Batı tarafından "ezilen" ulusal gururu biraz olsun canlandırırken, "ruhu söndürülmüş" bir laikliği ülkenin gündemine soktu.

Yirmi yıldır aralıksız iktidar nimetleriyle şımartılmış AKP kadrolarının önümüzdeki seçimlere ilişkin umut kırıklığı, yer yer şiddetli bir siyasal saldırganlığa dönüşüyor. Artan kutuplaştırma nedeniyle ülkenin tümü neredeyse bir "suç mahalli" izlenimi vermeye başladı.

Kutuplaştırma, zaman zaman Gezi kalkışmasının hayaletleri, bazen seküler ve dindar hayat şekilleri arasındaki yapay gerilim, bazen 15 Temmuz askeri kalkışması, bazen de bizzat Diyanet’in kendisi devreye sokularak derinleştirildi.

Anımsarsanız, 15 Temmuz’da köprüdeki olaylar, köktendinci şiddetin hayal gücünün vahşi bir şölenine dönüşmüştü. Askerlerin boğazının kesilmesi olayı, kutuplaştırmanın açığa çıkardığı habis enerjinin boyutlarını göstermesi açısından çarpıcıdır.

AKP hükümetleri Bakanlarının kötü performansı, insanı hayret ve suskunluk içinde bırakacak kertededir. Aslında AKP çok uzun bir süredir "siyasi bir mevta" durumundadır. Kadroları ülkeyi yönetemiyor, sadece "idare ediyor".

Merkez Bankası’nın fiilen devreden çıkarılmasından bu yana sayın Erdoğan, zamanımızın büyük ekonomistlerinin tartışmasız duayeni olarak lanse edildi. Oysa esnaf ve toplumun tüm emekçi kategorileri, Erdoğan’ın sıra dışı ekonomi teorileri ve pandeminin de travmatik öfkesinin etkisi altında ekonomik ve sosyal olarak dağıldı.

Toplumsal cinnet, değişik tezahürler altında patlak vermeye başladı. Toplum, İsmiyle müsemma, bir dağılma psikozunun etkisi altına girdi.

Şeriatın kavram olarak "sosyal varlık yükü", marjinal olmaktan çıkmaya başladı. Bu köktendinci seçenek, umutsuzluk ortamında toplumda giderek daha çok karşılık bulmaya başladı. En son kamuoyu yoklamaları, "saf" şeriat isteyenlerin oranını yüzde on ikilerde gösteriyor. Ilımlı İslamcı, Osmanlıcı, Türk-İslam sentezci, Diyanetçi, Fetvacı, hibrit laik, falan derken, örtmece versiyonlarıyla din devleti isteyenlerin sayısı yabana atılmayacak kadar yüksek bir orana ulaşıyor.

Seçimi kazanırsa, bu kadar kutuplaştırılmış bir ülkeyi yönetmek, muhalefet için ateşle vaftiz edilmek anlamına gelecek. Çünkü, Türkiye büyülü bir gerçeklik sunmuyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçenlerde "ülkeyi bunlara bırakacak değiliz" anlamında bir şeyler söyledi. Bu söylem, "ülkeyi kendimize mahkûm ettik, biz iktidara mahkumuz. Ülkeyi bizden başkası yönetemez" anlamına geliyor. Yani anlayacağınız, kendi "mahkûmu" tarafından yönetilen bir hapishanenin içindeyiz. Buradaki mahkûm, sayın Erdoğan’ın özelinde, AKP kadrolarıdır.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, yasakları, daha fazla yenilik ve güvenli bir ülke için iyi bir yol olarak görüyor olabilir. Ancak bu iddia genelliği itibariyle yanlıştır ve temel varsayımları bakımından da oldukça şüphelidir.

Sayın Erdoğan’ın yanıldığı yer, gerçek ilerlemenin yalnızca özgürlükle geliştiğine dair yanılmaz gerçektir.

Kısacası, güven krizi ve karamsar öngörüler arasına, umut ve çürüme arasına sıkışmış bir toplum gerçeğiyle karşı karşıya bulunuyoruz. "Akbabalar" hem umudun hem çürümenin etrafında dönüp duruyorlar.

Ancak, toplumda, akbabaların iştahını boşa çıkaran ve önümüzdeki seçimleri umuda bağlayan yüksek beklentiler de bulunuyor.

Hikâyeyi biliyoruz: Halkının inançsızlığından umutsuzluğa kapılan İlyas (İncil’de Eski Ahit'in ilk krallar kitabındaki adıyla Elia) peygamber, Tanrı'yı aramak için çöle gider. Ardından büyük bir fırtına kopar, ama Tanrı fırtınada değildir. Sonra bir deprem olur, ama Tanrı depremde de değildir. Sonra dehşetli bir ateş yayılır, ama Tanrı ateşin içinde de yoktur. Sonunda yumuşak ve dipten bir fısıltı duyulur. Bu fısıltıda Hz. İlyas efendisini tanır. Tanrı o ince, boğuk, kadifemsi fısıltının içindedir. İşte bu fısıltı, toplumda uzun bir süreden beri cephe gerisine yığınak yapan direngen dip dalgasıdır, ince umudun fısıltılı sesidir.

Öne Çıkanlar