Dün gece var mıydın?

Ne yapsam kendisinden kaçamayacağımı, daha önce kaçmaya birçok kez yeltenip başarılı olamadığımı hatırlatırdı.

Evimdeki televizyonu kaptığım gibi yatak odasının penceresinden bahçeye fırlattım…

Televizyon, yerde parçalandıktan sonra içinden kirli, yanık kokulu bir duman çıktı… Sanki televizyonumun o kötücül, sinsi ruhuydu çıkan bu duman… Bahçedeki ağaçlar ve otlar tutuşmasın diye dumanı çıkan televizyonun üzerine kovayla biraz su döktüm…

O an içim temizlenmiş, arınmıştı sanki. Bunu hissedince öfkem biraz daha artmıştı.

Ne yapıyordum yıllardır kendime? Nasıl da daralmıştım sınırlarımı… Hep bunu tekrarlıyordum içimden…

Yalanla besleniyordum yıllardır. Yalanla besliyorlardı ve yalanla avunuyordum ve yalanla avutuluyordum karşımdakileri… Yalan, bu kanayan hayatımızın, bu paramparça gerçeğimizin tek kurtarıcısıydı sanki…

‘’ Herkes kendi kapısının önünü temizlesin…’’

‘’  Toplumu düzeltmek için bizim gibi iyi ve doğru insanlar biraya gelsin…’’

‘’ Hoşgörü… İdealler… İnançlar…’’ Hepsi, hepsi aslında koca birer yalandı.

İki insan biraraya geldiğinde birer koca yalana dönüşüyordu bütün bunlar…

Sıra telefona gelmişti. Fişini çekmekle yetinemezdim. İçim biraz olsun arınınca öylesine büyük bir öfkeyle kapılmıştım ki telefonun kablosunu kopartıp attım…

Yıllardır projelerden, yaptıklarım ve yapmak zorunda olduklarımdan ibaretti hayatım. Bölünmüş, paramparça, delik deşik…

Hep birşeyler yapmak zorundaydım. Kendimi kendime ve birilerine kanıtlamak zorundaydım… Her sabah kocaman bir kayayı dağın doruğuna çıkarıyordum. Kaya, çıkarttığım yerden yeniden aşağıya düşüyor ve ben onu sabah yine doruğa çıkartıyordum…

Bunları yaşarken bir de hep mutlu ve hep iyi insan olmak zorundaydım…

Oysa kimse bana gerçekten ne düşündüğümü, ne hissettiğimi sormuyordu. İşin en acısı, ben kendime ne düşündüğümü, ne istediğimi, böyle yaşamayı daha ne kadar sürdüreceğimi sormuyordum ki…

Yaz geçti… Mevsimler geçti… Yıllar geçti… Onca yıl. Ve ben kimseye nasıl yaşamak istediğimi birtürlü söyleyemedim… İnsanları değiştirmek öyle mi? Bu da koca bir yalandan başka bir şey değildi… Bunca yıldır kimseyi değiştiremedim ben. Değiştirmekse söz konusu olan, aslında onlar beni değiştirdiler. Hem de kendimi tanıyamaz hale gelinceye dek…

Tüketim toplumuna karşı olduğumu söyleyen ben, kaç kez vitrinlerin önünde bilgisayar, müzik seti markalarını hastalıklı bir dikkatle karşılaştırırken yakalamıştım kendimi.

Kaç kez… Yalandı, tüketim toplumuna falan karşı olduğum… Hem biz onları değil, onlar bizi değiştiriyordu… Sahi onlar kim, biz kimdik* Bu da koca bir yalandı. Ne onlar vardı, ne biz.

Aslında biz hepimizdik. Birbirimize, derin bir korku ve serin bir nefretle sımsıkı sarılmış, kendimizi aşağıya hep daha aşağıya çekiyorduk…

Buzdolabının kapağını ve mutfak dolaplarını açıp baktım. İdareli kullanırsam günlerce yetecek yiyecek vardı. İşin gerçeği bu konuyu pek düşünmüyordum aslında. Yemek yemek pek aklıma gelmeyecekti. Acımak da bir alışkanlıktan başka neydi ki zaten…

İş yerime telefon açsa mıydım? İşyeri deyince karnıma garip, gizli bir ağrı saplanmıştı yine. Onlara ne diyecektim peki? Artık beni unutun mu? Artık işe gelmeyeceğimi mi? Nedenini soracaklardı. Ne söyleyecektim onlara? Ya ikna edici konuşacak olurlarsa benimle. Hani kibarlık edip ruh sağlığımı, moralimi sorarlarsa. Kibarlığa, sahte de olsa inceliğe dayanamazdım ben. Çözülür giderdim. Böyle anlarda doğruyu da söyleyemezdim… Yine bin yıllık yalanlarla başvuracaktım… İşte tam bu anda telefonun kablosunu koparttığım geldi aklıma… Artık kimseyi arayamayacaktım. Kimse de beni… Garip, daha önce pek yaşamadığım bir özgürlüktü bu. Hastalıklı, aciz bir özgürlüktü, ama şu an işime yarıyordu. Ruhum hayata karşı çok güçsüzdü henüz…

İş!... Özgürlük sözkonusu olsa bile herşeye iş gözüyle bakıyordum ben. Özgürlük bile işimdi benim!

Aslında hayatın kendisi, yaşamak bile bir işti benim için…

İş olsun diye yaşıyordum ben de diğerleri gibi…

İş olsun diye seviyor, iş olsun diye birşeylere inanıyordum.

Ben hep başka bir yerdeydim. Peki, neredeydim ben?...

Tam olarak bilmiyordum, ama bildiğim bir şey vardı. Düşüncelerimi olduğu gibi açıklasaydım belki de beni yaşatmazlardı bu dünyada… Kim yaşatmazdı? Onlar mı, biz mi? Demin dedim ya, biz ve onlar yok diye bir şey yok, ikisi de birbirini hızla aşağı çekiyor diye…

Kendimi içimde bir yere gizlenmiş izliyordum hep…

Çoğu hareketim önceden planlanmış gibiydi. Sanki ben karar vermiyordum bunlara. Kim planlıyordu bilmiyordum. Ama bu hareketler otomatik olarak garip bir refleks olarak çıkıyordu benden. Kendimi korumak için miydi bütün bunlar?.. Kendimi korumak içinse neden her otomatik tepkimden, garip bir refleks olarak çıkan davranışlarımdan sonra içimde tarifsiz bir sızı oluşuyordu? Neydi bu tarifsiz sızı? Kendimi korumak için mutlaka bu sızıyı duymam mı gerekiyordu?

Aslında bu sızının ne olduğunu bugün daha iyi anlıyordum. Benden kopan benliğimin, ruhumun gizli çığlığıydı bu sızı aslında. Her otomatik hareketimden, kendimi korumak için benden çıkan her refleksten sonra içim boşalıyordu. Her defasında kendimi anlama, hissetme yeteneğim biraz daha azalıyordu… Kendimi koruduğumu sanırken aslında kendimi usul usul yitiriyordum…

Nedenini bir türlü çözemediğim göğsümün üzerinde çırpınan huzursuzluk aslında bundandı. O yapışkan, bunaltıcı telaş. O içimi sarsan tedirginlik…

Rakiptim sanki kendime. Sanki içimde birisi bana rağmen beni mutlu etmeye, başarılı, sevilen, iyi bir insan haline sokmaya çalışıyordu.

Sanki biri kalbime bıçak sokuyor, beni ağır ağır öldürüyor, öldürürken de, bu senin için en iyi olanı, direnme, senin için çok iyi olacak, diyordu…

Sahte davranışlar, sahte etkinlikler içinde geçiyordu günüm ve bunun beni adım adım öldürdüğünü görüyor ve hissediyordum. Buna karşı çıkarsam ne olacağını bilmiyordum. Şunu biliyordum sadece, buna karşı çıkarsam ağır ağır ölmekten daha kötü şeyler geleceği kazınmıştı kafama…

Neydi bu ağır ağır ölmekten daha kötü olan* Kim, neden kazımıştı kafama bunları?

Nedeni bilmediğim bu korkunun o ürküntü verici uğultusunu içimde duyardım çoğu zaman… Nereye kaçsam bu uğultu benimle birlikte gelirdi…

Okul yıllarımda, daha sonra iş hayatına atıldığımda, hafta sonları, özellikle Pazar günleri, tatili biraz daha uzatmaya, özgürlük saatlerinden biraz daha çalmaya uğraştığımda daha da artardı bu uğultunun o ürküntü verici sesi… Bir yere gidemezsin, buradasın, burada kalacaksın ve bu hep böyle olacak, diyordu bu ses sanki…

Hep böyle olacak!.. İçimdeki o uğultulu ses sanki bana çaresizliğimi öğretiyordu.

Pazar günleri, pencereden bakarken, sevişirken, su içerken, ilginç bir olayı anlatırken, bir dostu, bir sevgiliyi öperken hep bu uğultuyu duyardım. Duymazlıktan gelsem de o bana kendisini hatırlatırdı. Bana hiçbir zaman ait olmayan zamanın hızla tükendiğini…

Ne yapsam kendisinden kaçamayacağımı, daha önce kaçmaya birçok kez yeltenip başarılı olamadığımı hatırlatırdı.

Çaresizliğimi hatırlattığı gibi…

Kendimi çözmeye çalıştıkça, okuyup öğrendikçe, bildikçe daha da arttı bu uğultu. Kendimi çözdükçe, okudukça ve bildikçe içimdeki gücün kölesi olduğumu ve o güç emir verdikçe otomatik olarak hareket eden bir aygıt olduğumu da daha iyi anladım…

Onca çaba, onca bilgi bir lanetli olduğumu anlamama yetmişti ancak…

Ama artık dayanamıyordum bu lanetlenmişliğe.

Eğer biraz daha katlanırsam bu çaresizliğe, eğer biraz daha bu uğultunun sesiyle yaşarsam bende bana ait hiçbir şey kalmayacaktı…

Anlamak ve bilmek beni lanetlemişti, ama aynı zamanda beni lanetleyen bu korku ve güçle yüzleştirmişti…

Evin bütün ışıklarını söndürdüm. Odamdaki perdeleri sıkıca çektim. Dışarıdan hiçbir ışık sızmaması için perdenin kenarlarını pencerenin çerçevelerine raptiyeledim. Odamın kapısını örttüm. İçeri ses girmesin diye kapının altına, kenarlarına koyu renkli bezler tıktım.

Sonra yatağıma uzandım. Odamın içi zifiri karanlıktı. Dışardan hiçbir ses gelmiyordu içeri.

Kararlıydım artık. İçimdeki gücün benden istediği, beni benden kopartan hiçbir işi yapmayacaktım.

Yaşamım bir iş değildi benim için. Bir şey olmak, biryerlere gelmemek için kendimden asla ödün vermeyecektim.

Varsın beni kimse ciddiye almasındı. Varsın zayıf, işsiz güçsüz, meşgalesiz insan desinlerdi bana…

Hiçbir iddiam, hiçbir umudum, hiçbir beklentim olmayacaktı artık…

İçimdeki o korkunç uğultu dinmeliydi mutlaka… O kirli sızı. Anlamıştım, o yapışkan yenilmişlik duygusu ancak yenildiğimi bütün benliğimle kabul edince silinecekti içimden. O kutsal yenilgiyi hiçbir art niyet taşımadan kabullenince zaten yengi ve yenilgi gibi kavramlar tamamen çıkacaktı duygularımdan…

Hayatımı saatlere, günlere, haftalara, mevsimlere bölmeyecektim artık… Benim için çizgilerle, sınırlarla bölünmüş, saatlerle boğulmuş, nereye ve neden koşulduğu bilinmeyen, hep hata yapmaktan korkularak yaşanan bir uçurum yarışı olmasındı artık hayat…

Zaman delil deşik ve acımasız bir yüz değil, yekpare bir bütün olmalı ve beni şefkatle sarıp sarmalasındı…

Ama ben de onun şefkatine hep hazır olmalıydım, haketmeliydim o şefkati…

Ve hayatı böylesine algılayanlar ve onun her ayrıntısını dilediğince seyredebilecek kadar ona büyük bir minnet duyanlar için o müthiş bir mucize ve sonsuz bir vaatti…

Ama artık susmam ve bu karanlık, bu ıssız, bu sessiz odada herşeyi, ama herşeyi unutmam gerekiyordu…

Çünkü hayatın içinde olanlar onu saf bir mucize gibi yaşayanlar onun hakkında yorum yapmazlar. Çünkü zaten onun içindedirler…

İyi insanlar, ben iyiyim, demezler. Seven insanlar ben seviyorum, demezler. Zaten o iyiliğin, o sevginin içindedirler…

Saatlerdir bu odanın içindeyim. Beynimi susturmaya çalışıyorum. Sessizliğe yoğunlaşmak istiyorum, ama bu defa içimdeki o uğultu yükseliyor. Bu uğultunun sesinden kurtulabilecek miyim?

Bu uğultu varolmanın kaçınılmaz gürültüsü mü yoksa?..

Bu uğultu hayata gelir gelmez üzerimizde uygulanan baskılar, hiç özgür olmayalım diye içimize işlenen emirler, uzaklara gitmeyelim, sınırları hiç aşamayalım diye aldığımız tehditler, bir kader gibi gösterilen uğradığımız haksızlıkların toplamı mı yoksa?..

Yoksa insan olmak bu uğultuyla birlikte yaşamak ve ona boyun eğmek mi? Bunu düşünmek bile çıldırtıcı…

Ama şu an karalıyım, onu susturana dek bu karanlık odadan çıkmayacağım…

Bu bir geri çekiliş bence. Ama asla kaçış değil. Bu uğultuyla yüzleşmeyi göze alanlar bunun bir kaçış olmadığını bilirler.

Sonra o karanlık odada ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Bir ara uyumuşum… Uyandığımda tekrar o korkunç uğultuyu duydum yeniden… Ama artık eskisi gibi hayat ve kendim hakkımda düşünmüyordum… Uğultu eski gücünü kaybetmişti sanki… Sonra yeniden uyudum. Böyle kaç gün geçti bilmiyorum. Hem günleri saymayı da çoktan bırakmıştım…

İçimdeki uğultuyu mu dinliyordum, yoksa yeni mi uyanmıştım bilmiyorum, ama o ana dek duymadığım şiddette bir çığlıkla silkindim yerimden. Sanki her hücrem tek tek çığlığın şiddetiyle etkilenmişti… Kalbim yerinden fırlayacak gibiydi.

Nefes nefese kalmıştım… Çığlığın nereden geldiğini anlamaya çalışıyordum… Odada benden başka kimse yoktu… Perdeye, yatağın her tarafına, sıkıca örtülü kapıya, heryere baktım…

Ama son anda bir de gördüm ki…

İşte o an hayatımda belki de ilk kez sözcükler ve düşünmek benim için anlamını yitirmişti… Demiştim size, bu bir kaçış değil, bu uğultuyla yüzleşenler bunu iyi bilir diye…

Evet, artık yazmayacağım…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Cezmi Ersoz Arşivi