Farklı bir bakışla Köy Enstitüleri (1)

Farklı bir bakışla Köy Enstitüleri (1)
Bakın, Nisan ayında Köy Enstitüleri yine tartışılacak. Yine gazetelerde, dergilerde övgüler, yergiler yayımlanacak. Bize göreliği yönünden göklere çıkarılacak. Anılar yarıştırılacak.

Umut Seçkin Bulut *

Giriş

Nisan ayı ülkemizdeki aydınlanmanın, toplumsal değişimin ve dönüşümün sonuçlarından sayılabilecek olan Köy Enstitülerinin de kuruluş ayıdır. Çünkü ilgili yasanın kabul edilişi 17 Nisan 1940’tır. Hakkında çok şey söylendi. Deyim yerindeyse, bir kaşık suda fırtına estirildi. Çok partili döneme geçildiği 1946’da Köy Enstitülerine yöneltilen eleştiriler, Kenan Öner -Hasan Âli Yücel davası ile noktalandı. Milli Eğitim Bakanlığı’na getirilen Reşat Şemsettin Sirer zamanında, önce Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü kapatıldı. Ardından Köy Enstitüleri  klasik öğretmen okullarına dönüştürüldü. 1950’den sonra ise işlevlerini tümüyle yitirdi bu kurumlar. Kısa süreli bu deneyim, yaşama geçmesi ve yaşamdan koparılması ile belleklerimizde yer almadı. Bu gerçekliğin yanında hâlen iki ana anlayışın farklı ve nesnel olmayan bakışı ile de sık sık gündeme geldi. Geliyor da… Yazılagelenleri değil, bu yıl Köy Enstitüleri üzerine yazılan yazılara şöyle bir göz gezdirdin.

Genel olarak şu iki anlayışı göreceksiniz: İlki, o süreci ve kurumları bütünüyle yok sayan ve adeta düşman gören bir anlayışın sonucu olan yazılar toplamıdır. Diğeri de damarı sürdürmek ve savunmak adına köy enstitülerini "ilk"inde belirttiğim anlayışa karşı savunan ve her dönem için uygulanabilirliğini savlayan anlayışın sonucu düşünceler toplamıdır. Oysa gerçek bu iki anlayışında da çok dışında… Çünkü Köy Enstitülerini düşman ve kötülüklerin en kötüsü olarak gören anlayış ne yazık ki toptan reddediyor. Bu görüşün karşısındakiler ise Köy Enstitülerni hararetle savunuyor. Her iki anlayışı birbirine (zıtlıklarına karşın) yaklaştıran şey, ikisinin de nesnel ve diyalektik yöntemle bakmak istemeyişidir. Diyalektik Marksist yöntem sebep-sonuç ilişkisini görmezden gelmez. Toplumların ileriye ve geriye gitmelerindeki sosyal ve sınıfsal olguları hesaba katmak zorunda olduğunu bilir. Örneğin, bu bakış açısından tüm olumsuzluklarına karşın adına Cumhuriyet denilen yönetim, Osmanlı Devleti’ne göre ilericidir. Tarih her zaman insanca davranmaz. Böyle kesin bir kural yoktur. Yaşamın kendisiyle yansımanın bir yansısıdır. Sonuçta devinimlerden biri sıçrama yapar ve diğerlerini geride bırakır yaşama egemen olur. Ve bu devinim süreç içinde siyasal bir güç ve baskı aracı hâline dönüşünce hizmet ettiği sınıfların yararına olacak biçimde genişleyen bir büyüklükte örgütlenmeye ve örgütlendiği alanlarda da uzmanlaşmaya gider.

Bu yazı süresince Köy Enstitüleri ile ilgili iki uç anlayışın dışında (ki bunları eleştirmek bir başka yazının konusu olduğundan buna hiç mi hiç girmeyeceğim.) farklı bir söylem ortaya koymaya çalışacağım. Biliyorum, diyalektik ya da bir olguyu, bir durumu kendi koşulları veya dizgesi içinde düşünmeyen, soyutlayan biri söylemime önyargılı yaklaşacaktır. Benim ne söylemeye çalıştığımı anlamayacak, daha doğrusu anlamak istemeyecektir. Oysa benim söylemeye çalışacağım şey/ler nesnellikten hiç mi hiç uzaklaşmayacaktır.

Yöntem ne olmalıdır?

Söylediğin, karşındakinin seni anladığı kadardır diyen Mevlana’ya, aslolan insanın sözcük sayısını attırmasıdır, diye eklemek istiyorum.

Bakın, Nisan ayında Köy Enstitüleri yine tartışılacak. Yine gazetelerde, dergilerde övgüler, yergiler yayımlanacak. Bize göreliği yönünden göklere çıkarılacak. Anılar yarıştırılacak. Yergiler de bir o kadar gereksizliği ve düşmanlığı üstüne inciler içerecek. Ve daha da tartışılacak. Köy Enstitüleri savunucuları ile karşısında olanlar, kendilerini haklı çıkarmak için bir söz savaşına girişecek. Sonra kutsal aylar araya girmiş gibi bir sonraki savaş ayına kadar köşelerine çekilecek ve yaşamlarını bıraktıkları yerden sürdürecekler. Bütün bunlar, Köy Enstitülerinin eğitim yapımızdaki yerini nesnel bir biçimde ortaya koymayacak. Bence tabii ki… Evet, Köy Enstitüleri önemli bir deneyim. İlkeleri, uygulamaları ve sonuçları ile "özgün" bir eğitim-öğretim kurumuydu. Köy koşullarına göre köy için köyde üretimi amaçlayan bu kurumlar, bizce bir modeldir, ama özgün ve ilk değildir dünyada. Bir deney ve sentez sonucudur. Kemal Sürekli de Köy Enstitüleri ile ilgili çeşitli yazılarında bu gerçekliğin altını çizmiştir. Bir kere, "hiçbir şey yoktan var edilemez." Hep bir öncekinden esinlenilerek daha çok geliştirilir ve yetkinleştirilir. 

Bu anlamda Köy Enstitüleri’nin dayanakları şöyle özetlenebilir: J.J. Rousseau’nun pratikte pişmiş doğal insanın, Kerchensteiner’in eğitim olmazsa olmaz koşulu yedi ilkesinin, Frobel’in zihin etkinlikleriyle el etkinliklerini beraber yürütülmesidir yargısının, Kohn Dewey’in ilgi merkezine göre oluşturulacak projelerin teorik ve pratik yönlerinin, yaparak, yaşayarak işlenmesinin, Pestalozzi’nin "kafa, kalp ve el eğitilmelidir" özdeyişi… Bütün bunlar ülkemizin koşul ve olanaklarına göre harmanlanıp içselleştirilmiştir. Bu üst deney ve sentez, köy için köyde üretimi gerçekleştirmek isteyen bir eğitim düzeni yaratmaya çalışmıştır. Doğrudan doğruya tarım, hayvan besleme ve benzeri alanlarda üretimle iç içe olmuştur. Köylüler için 30.11.1943 tarihli "Köy Okulları ve Enstitüleri Teşkilatı Kanunu İzahnamesi’n de bu açıkça görülür. Çünkü burada yer alan "iş mevzuu, iş aletleri, işlik, işin yapılışı, iş yapanlar" bölümlerine bakıldığında köylüleri kendilerine yeterli olmaya yetkinleştirmek öne çıkıyor. "Köyde çalışma, iş başında yetiştirme, köylü ile işbirliği" en çok benimsenen ilkelerdir. Enstitülerin günlük hayat ve iş takvimlerine bakıldığında köylüleri "merkezi yönetim"e yakınlaştırmak isteğinin de olduğu açıkça görülür. Yöntemimiz nesnel olduğu zaman gerçeklikleri daha iyi anlar ve yorumlarız.

Köy Enstitüleri Gerekli Miydi?

Maddi üretim araçlarına hükmedenler, zorunlu olarak manevi üretim araçlarında da hükmederler.  K. Marks-F. Engels

Cumhuriyetçiler, insan topluluğunun en soylu uğraşlarından biri olan eğitimi, sınıflı toplumların var oldukları bu uzun mu uzun süreçte, "fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür" kuşaklar (cumhuriyet yönetiminin gereksinim duyduğu "yeni insan-yeni toplum" anlamında) yetiştirmek olarak düşünüyordu. Ama başlangıçta gizlice ve sinsice, renkten renge girerek cumhuriyetçilerin arasına karışan, onlardanmış gibi davranan "karşı-devrimciler" 1950’li yıllardan başlayarak, açıktan açığa saldırılarını Cumhuriyet’in olmazsa olmaz kurumlarına yöneltmişlerdir. Sınıflı toplumların varlığını yadsınamaz biçimde gösterdiği şu zamanda eğitimin vazgeçilmez parçası olan öğretim kurumlarını sınıfsal "üstyapı" dışında düşünemeyiz. Sosyal bir üstyapı kurumu olan "okul"lar egemen sınıfların anlayışlarına göre biçimlenir ve varlıklarını sürdürürler.

Eğitim-öğretim dizgesi sonuçta sınıfsal-ulusaldır. Bu yüzden bir Amerikan Eğitimi karşısında bir Avrupa Ülkeleri Eğitimi dizgesinden (ayrı ayrı tabii) bir Küba Eğitim Dizgesi ile İran Eğitim Dizgesinden söz edilebilir. Benzer biçimde geçmişteki Osmanlı eğitim-öğretim dizgesi karşısında bir Türkiye Cumhuriyeti eğitim-öğretim dizgesinden de söz edilebilir. Birbirini yadsıdıkları gibi birbirine karşılıkları da kaçınılmaz ve bir o kadar da doğaldır. Yani topluma egemen olan bir sınıf; eğitimi, öğretimi kendi için biçimlendirir, planlar. Marks’ın alıntısı eğitimin ve öğretimin sınıfsal özünü gözden uzak tutmamamız gerektiğini anımsatır bize. Çünkü geçmişten günümüze kadar sınıf damgası taşıyan eğitim kurumları, özellikler okullar şu üç şey gerçekleştirmiştir: Gelecek işçi kuşaklarına kapitalist rejime bağlılık ve saygı aşılamak, egemen sınıfların gençlerinden emekçi sınıflara kültürlü bekçiler yetiştirmek. Sermaye kârlarını arttırmak üzere bilimin teknik alana uygulamasını ve kapitalist üretimin artmasını sağlamak… Bu yüzden öğretmen de, ders kitapları da bu amaca göre hazırlanır. Bu ise kaçınılmaz olarak iki eğitimi dayatır: Biri, işçi, köylü, sıradan ve dar gelirli aydın ve küçük memurların çocukları için eğitim. "Sınıfsal ayıklama ve ayrıcalıklar" varsıllıkla orantılı olarak büyümektedir. Bu da eğitimde fırsat eşitliğinin maddi olanaklarla olası olduğunun bir başka görüntüsüdür. Çünkü varsıl sınıftan çocukların yüksek öğrenime devam etme oranı, işçi çocuklarından katbekat, yoksul köylü çocuklarından ise katbekatın daha da fazladır. Ne yazık ki var olan eğitim sisteminin sonuçlarıdır bu. Var olanın doğasına uygun bu sonuç/lar. 

(Sürecek)


* salt okur

Öne Çıkanlar