Gülser Yıldırım: Yürek gözümüz beton duvarları değil yıldızları görüyor

Gülser Yıldırım: Yürek gözümüz beton duvarları değil yıldızları görüyor
'Her ne kadar bizim hapishane penceresinden yüksek beton duvarlar ve dikenli tellerden başka bir şey görünmüyor olsa da… Bizim yürek gözümüz her daim yıldızlarla buluşuyor.'

Türkiye, dünyada en fazla siyasetçi, gazeteci, yazar, hak savunucularını yargılayan, hapse atan ülkelerden birisi. Yargı bağımsız olmayınca hükümeti eleştiren herkes yargı tehdidiyle karşı karşıya kalabiliyor. Siyasetçiler parti faaliyetleri, milletvekilleri yaptıkları açıklamalar, gazeteciler yazdıkları yazı ve haberler, insan hakları savunucuları çalışmaları nedeniyle cezaevine atılıyor. İfade özgürlüğünün neredeyse tümüyle ortadan kaldırıldığı Türkiye’de, demokrasi ancak direnenlerin mücadelesinde hayat buluyor.

Cezaevine girseler de demokrasi mücadelesinden vazgeçmeyen isimlerle bu mücadelelerini konuştuk. Tutuklu bulunan siyasetçiler, gazeteciler ve insan hakları savunucularının Türkiye gündemine dair görüşlerini, cezaevlerine dair sözlerini "İçeriden Söyleşiler" başlıklı dosyamızda aktaracağız. Pandemi nedeniyle avukat görüşlerinin sınırlı olduğu, mektupların geç ulaştığı koşullarda tutuklularla söyleşi yapmak hayli zor oldu. Bu nedenle söyleşileri elimize ulaştıkça yayımlayacağız.


Derya OKATAN


ARTI GERÇEK- Kandıra F Tipi Cezaevi’nde yaklaşık 4 yıldır tutuklu bulunan HDP eski Mardin Milletvekili Gülser Yıldırım, "İçeriden Söyleşiler" dizimiz kapsamında sorularımızı yanıtladı. 

Yıldırım, KCK davasından tutuklu iken 2011 seçimlerinde BDP tarafından bağımsız milletvekili olarak aday gösterilmiş ve Mardin milletvekili seçilmişti. Ancak 5 milletvekili olarak tahliye edilmeleri 2,5 yıl sürdü. Dışarıda çok uzun kalmadı. Bu kez 4 Kasım 2016 tarihinde HDP Eş Genel Başkanları ve milletvekilleriyle birlikte gözaltına alınarak tutuklandı. Hakkında verilen 7,5 yıllık hapis cezası Yargıtay’da bekleyen Yıldırım, son olarak 6-8 Ekim Kobane soruşturması kapsamında cezaevinden ifade verdi. Yıldırım hakkında bu dosya kapsamında "ev hapsi" kararı verildi. 

Soruları göndermemizin üzerinden 40 gün geçtikten sonra yanıtları elimize ulaşan Gülser Yıldırım’ın cezaevi koşulları ve siyasete dair Artı Gerçek’in sorularına verdiği yanıtlar şöyle:

‘DÜŞÜNCELERİMİZ MAHKÛM EDİLMEYE ÇALIŞILIYOR’

Pandemi sürecini cezaevinde nasıl geçiriyorsunuz? Koşullarınızdan bahseder misiniz? Cezaevinde salgına karşı yeterli önlemler alınıyor mu?

Adı üstünde "cezaevi." Cezaevleri, koşulları itibariyle zaten tutsaklar için bir cezalandırma ve birçok şeyden yoksun bırakma yerleridir. İnsanı sevdiklerinden, arkadaşlarından, halkından ve doğadan koparıp keyfi bir kararla dört duvar arasına almak bana göre en büyük suçtur. Çünkü insan sosyal bir varlıktır. Özellikle iktidar bu keyfi politikaları biz siyasi tutsaklar üzerinde daha ağır uygulamaya çalışıyor. 

Toplumda sesimiz soluğumuz kesilmeye ve düşüncelerimiz mahkûm edilmeye çalışılıyor. Bütün bunları da AKP iktidarı yargı sopasını kullanarak yapıyor. Durum bu iken üstüne de "Allah’ın lütfu" olarak gördükleri ve üzerinden istedikleri uygulamaları hayata geçirmeye çalıştıkları coronavirüs çıktı ortaya. Bu defa da pandemi bahane edilerek zaten kısıtlı olan haklarımız daha da kısıtlandı. 

Her ne kadar bu kısıtlamaların pandemi ileri sürülerek yapıldığı söylense de ben bazı kısıtlamaların bizi Covid-19’dan koruma amaçlı olduğuna inanmıyorum. Bunların başında da biz tutukluların haftalık olarak yaptığımız ortak etkinliklerin iptal edilmesi geliyor. Bu koşullarda "acil" durumlar dışında sağlık sorunlarımızın tedavisi erteleniyor. Bundan dolayı birçok cezaevinde bulunan ağır hasta tutsaklar yaşamını yitirdi. Pandemi ilk ortaya çıktığı dönemde bile iktidarın başta Kürt düşmanlığı olmak üzere bütün siyasi ve muhalif kesimlere karşı beslediği kin, çıkardığı özel yasalarla bir kez daha gözler önüne serilmiştir. O yasayla kendi zihniyetlerine yakın "kesimleri" coronavirüsünden koruma adına tahliye ettiler. Ama kendilerine muhalif olan bütün kesimleri içerde bıraktılar. 

Pandemi sürecini iktidar nezdinde değerlendirdiğimizde bir kez daha görüyoruz ki, bu süreci de keyfi uygulamaların ve politikaların aracı haline getirmiştir. Yine bu keyfi uygulamaların en ağır biçimini hapishanelerde kalan tutsaklar yaşıyor. Cezaevi tipi dedikleri ve bana göre en tipsizi  olan "F tipi" de bu haksız hukuksuz uygulamalardan en üst düzeyde payını alıyor. Ama bütün bu yaşadıklarımızı düşündüğümde bir kez daha inanarak kendime şunu diyorum: İyi ki kendi penceremizden yaşama bakıyor ve onu örmeye çalışıyoruz. O pencereden bakmak insana haklı ve vicdanlı olmanın mutluluğunu veriyor. 
 

‘YÜREK GÖZÜMÜZ BETON DUVARLARI DEĞİL YILDIZLARI GÖRÜYOR’

Cezaevinde genel olarak günleriniz nasıl geçiyor, neler yapıyorsunuz?

Belirttiğim gibi bir insanın yaşamı ve hareket alanı F tipi cezaevleri gibi dar bir alana sığdırılmaya çalışılmışsa o darlığı aşmak da bize düşer. Bizim de burada tam olarak yapmaya çalıştığımız budur. Bir hikâye ile başlamak istiyorum. Kendi moral değerlerimizi ve yaşama bakış açımızı siz değerli dostlarla paylaşmak adına. Hikâyeye göre bir hapishanede iki kişi kalıyormuş. Bunlardan biri pencereden dışarıya baktığında sadece yerdeki çamurları görüyormuş. Diğer kişi ise pencereden dışarıya baktığında gökyüzünde parlayan ve ışık saçan yıldızları görüyormuş. Her ne kadar bizim hapishane penceresinden çıplak gözlerle dışarıya bakıldığında yüksek beton duvarlar ve o betonun üzerine örülü dikenli tellerden başka bir şey görünmüyor olsa da…

Bizim yürek gözümüz her daim gökyüzünde ışık saçan ve yaşama güzellik ve anlam katan yıldızlarla buluşuyor. 

‘BU SATIRLARI KARANTİNADAN YAZIYORUM’

Çünkü bizim yaşama bakış açımız, inancımız ve yaşama yüklediğimiz anlam bize güç ve moral kaynağı oluyor. Özellikle belirtmeliyim ki, burada geçirdiğimiz her bir günümüz bizi halkımıza, özgürlük mücadelemize, demokrasi mücadelemize ve inandığımız insanlık değerlerine karşı taşıdığımız sorumluluk duygusunu daha da büyütüyor. Böylece cezaevlerinin dar alanları beynimizin, yüreğimizin ve duygu dünyamızın genişleyen ufkuyla işlevini yitiriyor. Bu arada size bu satırları yazarken karantinaya alındığımın üçüncü günündeyim. Bir rahatsızlıktan dolayı hastaneye gitmek durumunda kaldım. Buradaki idarenin uygulamasına göre hastaneye veya cezaevi dışına çıkan her kimse dönüşte 14 gün boyunca karantinada kalıyor. 14. günün sonunda COVİD-19 testi yapılıyor, eğer test negatif çıkarsa onu tekrar daha önce bulunduğu arkadaşlarının yanına alıyorlar. Ben de sizinle ve bu satırları okuyacak olan değerli insanlarla içinde bulunduğum bu anı en doğal haliyle anlatmak ve paylaşmak istedim. Şimdi de bizim birlikte kaldığımız arkadaşlarla yaşamı nasıl ördüğümüzü ve neler yaptığımızı anlatmak ve sizlerle paylaşmak istiyorum. 

Birlikte kaldığımız her iki oda arkadaşım çok çalışkan arkadaşlardır. Biz güne rojbaş (günaydın) ile başlıyoruz. Bulunduğumuz cezaevinde havalandırma kapısı saat sabahın 8’inde açılıyor. Bizim için de zamanla yarış başlamış oluyor. Çünkü gün içinde yapmak istediğimiz o kadar çok şey oluyor ki, bazen zamanın bize yetmediğini düşünüyorum. Günün en az 6-7 saatini kitap okuyarak geçiriyoruz. Bazen de bir kitabı ortak okuyabiliyoruz. Örneğin en son ortak okuduğumuz kitap "ŞEREFNANE" idi. Kürt tarihi ve Osmanlı-İran tarihi üzerine bir kitap. 

Bu dönem ağırlığı daha çok Kürtçe kitapları okumaya vermişiz. Birkaç ay önce arkadaşlarla birlikte Kürtçe gramer konusunda bir çalışmamız olmuştu. Bu çalışmayı daha ileri boyuta taşımak için bazı yazımsal pratikler yapıyoruz. Bu çalışmalarımızın başında Kürtçe bilen arkadaşlara Kürtçe mektup yazıyoruz. Her ne kadar bu mektupların gidiş geliş hızı kaplumbağa yolcuğuna benzese de biz yine de Kürtçe mektup yazmaya devam edeceğiz. Bir başka çalışma da kendi içimizde bir konu belirliyoruz ve o konuyla ilgili Kürtçe bir hikâye veya hayalimizi yazıyoruz. 

Haftanın bir günü bu yazdıklarımızı birbirimizle paylaşıyoruz. Varsa bu yazılarda Kürtçe gramer konusunda bir eksikliğimiz onu da birlikte çözmeye çalışıyoruz. Oda arkadaşlarım da bu konuda çok istekli oldukları için ben kendimi çok şanslı görüyorum. Çünkü benim için anadilim kutsaldır ve benim vazgeçilmezimdir. Bütün halkların ve insanlığın kendi dilinde ve hakikatine yaklaşımında olduğu gibi… Ama bizi birçok noktada olduğu gibi bu konuda da egemen güçlerin tekçi ve asimilasyoncu zihniyetinden ayıran bir diğer nokta şudur: Biz kendi dilimize ne kadar saygı duyuyorsak bir o kadar da diğer diller ve farklılıklarla saygı duyuyoruz. Herkesin kendi anadilini özgürce kullanması ve onunla eğitim görmesi onun en doğal ve insani hakkıdır. 

İnanın sizinle yaptığım bu sohbet Kürtçe olsaydı kendimi daha iyi ifade edebilirdim diye de düşünüyorum. Konumuza dönersek bazen birlikte kaldığımız arkadaşlara şaka yolu şunu söylüyorum. "Arkadaşlar" diyorum, "Bizim bulunduğumuz cezaevinde tek ninemiz var o da size kısmet olmuş." Tabi onlar bunu kabul etmiyor ve beni bir nineden çok yüreği ve morali genç bir arkadaş ve yoldaş olarak gördüklerini söylüyorlar. 

‘ARAMIZDAN HENÜZ SATRANÇ ŞAMPİYONU ÇIKARAMADIK’

Bazen de arkadaşlarla satranç oynuyoruz. Oyunlarımız çok çekişmeli geçiyor. Ama her defasında nerede yanlış hamle yaptık da şahımızın mat olmasına neden olduk, düşüncesiyle masadan kalkıyoruz. Ve bir sonraki oyuna yanlış hamlelerimizi gözden geçirerek hazırlanıyoruz. Anlayacağınız şimdiye kadar bu maçlarda hep eşit sayıda oranda ilerliyoruz. Aramızdan henüz bir şampiyon çıkaramadık. 

‘ARTIK SÖYLEDİĞİM ONLARCA TÜRKÜ VE STRAN VAR’

Pandemi ile birlikte bizim spor faaliyetlerimiz havalandırmanın 32 adımlık karesiyle sınırlanmıştır. Biz bu karede günde 5-6 bin adım atmaya çalışıyoruz. Bir de logar ve duvar komşularımızla her gün sohbet ediyor ve böylece tecrit koşullarını aşmaya çalışıyoruz. En güzel günlerimizde türküler, stanlar ve şiirler söylüyoruz. Mesela ben dışarıda iken hiçbir türkü, stran bilmeyen ve söylemeyen birisiydim. Oysa şimdi söylediğim onlarca türkü ve stran var. 


Gülser Yıldırım’ın sorularımıza yanıtlarla birlikte hediye olarak gönderdiği bileklik 

Bazen de TV karşısında el işleri yapıyoruz. Cezaevlerinin adeta kimliği haline gelen ve TV karşısında yapılan şeylerin başında bileklik, karanfilden kolye ve boncuk işi geliyor. Bazen de çatılar ve duvarlar üzerinden birbirimize attığımız tadımlık şeyler oluyor. Bu tarz paylaşımlarımız daha çok bayram ve özel günlerde yaşanıyor. 

Bana göre kadın özgürlük mücadelesinin en güzel ve anlamlı yanı çaresizliği yenmenin yol ve yöntemini ortaya koymasıdır. Çünkü bu onurlu mücadele sana çarenin, çözümün, direnmenin ve ayakta kalmanın gücünün sende mevcut olduğunu göstermiştir. 

Avukatlarınızla ve ailenizle görüşebiliyor musunuz?

Pandemi sürecinin ilk ortaya çıktığı andan itibaren bizim bütün etkinliklerimiz ile birlikte açık ve kapalı görüşlerimiz de yasaklanmıştır. Aylar sonra avukat görüşü yapabildik. O görüşmeler de kapalı bir şekilde yapılıyordu. Son bir iki ayır avukatlarımızla daha önce görüşme yaptığımız kabinlerde görüşebiliyoruz. Bu görüşmelerde hiçbir biçimde temas ve alışveriş olmuyor. Çünkü aramızda camdan bir duvar var. Aileye gelince, ailemizin bir ferdi ile 2-3 ay sonra kapalı görüş yapabildik. Şimdi de ailemizden sadece iki kişiyle kapalı görüş biçiminde sınırlandırılmıştır. Ama açık görüş yasağı hâlâ devam ediyor. 

‘PANDEMİDE EN BÜYÜK BEDELİ HALK ÖDEDİ’

Pandemi Türkiye’de var olan ekonomik ve sosyal sorunları derinleştirdi. Türkiye’de pandemi sürecinin yönetilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Aslında pandemi sürecinin nasıl yönetildiğini daha iyi anlamak için pandemi öncesi bu iktidarın ülkeyi nasıl yönettiğine bakmak gerek. Cumhur İttifakının her söylemi ve uygulamalarının kin ve nefret üzerine kurulu olduğunu görebiliyoruz. Bir iktidar eğer kendi rejimini kurumsallaştırmak ve kalıcılaştırmak amacıyla sürekli toplumu kutuplaştıran, ötekileştiren ve düşmanlaştıran bir politika üretiyorsa orada büyük bir sorun ve sıkıntı var demektir. Başta Kürt düşmanlığı olmak üzere bütün demokrasi güçlerini, muhalif kesimleri, sivil toplum örgütlerini, kadın mücadelesini, kalemini özgür kullanan gazetecileri hedef tahtasına koyarak saldırıyor. Bu saldırılarla birlikte Cumhur İttifakına boy eğmeyen, biat etmeyen kişi, kurum ve kesimleri kendi yargısının sopası ile tehdit ediyor. Bu iktidar ve ortağı toplumun muhalif kesimlerine saldırırken başta yargı olmak üzere devletin bütün kurum, kuruluşlarını ve imkânlarını kendi ortaklıkları için kullanıyor. Yine "tek adamın" talimatları ile hazırlanan ve meclisten geçirilen yasalarla istediklerini yapıyorlar. Çıkardıkları Cumhur İttifakı yasalarıyla toplumu baskı altına alıp susturmaya çalışıyorlar. Bu baskı ve zulüm politikaları kendini yaşamın her alanında gösteriyor ve toplumun vicdanına çarpıyor. 

Bu iktidar istediği zaman insanları ekmeğiyle, aşıyla, işiyle tehdit edip, aşından ve işinden edebiliyor. Ve insanları çoluk çocuğuyla açlığa ve sefalete sürüklüyor. Bununla birlikte istedikleri kişilere, kurumlara ve kesimlere operasyon yapılıyor, gözaltına alınabiliyor ve insanları cezaevlerinde "yatmaları" için rehin alabiliyorlar. Bütün bunları birlikte düşündüğümüzde bu iktidarın sosyal, siyasal, ekonomik ve toplumsal olarak Türkiye ve Kürdistan halklarına yaptığı o kadar büyük kötülükler var ki saymakla bitmez. 

Pandeminin toplum üzerinde yarattığı etkiye dönersek, en büyük bedeli halk ödedi, faturası halka kesildi. Bu bedel ve fatura yaşamın her hücresine yansıdı. Zaten doğru yönetilmeyen ve her gün kendi içinde çöküşe yol açan uygulamalar bu salgın ile birlikte daha fazla açığa çıkmış oldu. 

Biliyorsunuz, halk arasında bir söz vardır. Derler ki, "ne ekersen onu biçersin." Onun için Cumhur İttifakı’nın topluma yaşattığı baskı, zulüm, sefalet, kadına yönelik şiddet ve katliamlar ve savaş politikalarıyla kendilerini ayakta tutmaya çalışması içinde bulunduğumuz durumu hazırlamıştır. Bu durum Türkiye halklarına sosyal, siyasal, toplumsal ve ekonomik kriz olarak geri dönüyor. Nasıl ki, yanlış yapılan bir işten doğru bir sonuç ortaya çıkmıyorsa bu iktidarın zihniyetinden ve yaptıklarından da farklı bir sonuç beklemek beyhude bir beklentidir. 

‘DEMOKRASİ MÜCADELESİNİ ORTAKLAŞTIRMAK TARİHİ BİR SORUMLULUK’

Hakkınızda verilen 7 yıl 6 aylık hapis cezası olduğunu biliyoruz. Bunun dışında davalarınız var mı? Yargı sürecini nasıl değerlendirirsiniz? 

Daha önce örgüt üyeliği iddiasıyla aldığım 7,5 yıl cezam var. Bu ceza halen Yargıtay’da bekletiliyor. Bilindiği gibi KCK Mardin dosyasından tutuklu iken 2011 seçim sürecini yaşadım. Parti o dönemde seçime bağımsız adaylarla katıldı ve seçimde cezaevinde iken seçilen 5 vekilimizden biriydim. Biz 5 vekil seçildikten yaklaşık 2,5 sene sonra hapishaneden çıktık. Ve 4 Kasım 2016’da partimiz HDP’ye yapılan siyasi soykırım operasyonunda bu defa eşbaşkanlarımız ve vekil arkadaşlarımızla birlikte daha milletvekili iken yeniden hapishaneye girdik. "Girdik" cümlesi çok tuhaf kaçıyor değil mi?  "Buna iktidarın talimatıyla harekete geçen yargı tarafından rehin alındık" desek daha doğru olur. Bizler devletin ve onun tekçi, inkârcı, baskıcı ve asimilasyoncu zihniyetiyle iktidar olanların Kürt düşmanı politikalarının yabancısı değiliz. Bu tekçi ve ırkçı faşist zihniyetlerin iktidarı devam ettiği sürece bu uygulamalar, baskılar ve zulüm politikaları devam edecektir. Nasıl ki, bizler ilk hapis edilen vekiller olmadıysak ve bizden önce bu rehin alma siyaseti DEP milletvekilleri üzerinde uygulanmışsa, bundan sonraki süreçte de bu keyfi uygulamaların bütün muhalif kesimlere uygulanacağı çok açıktır. Onun için demokrasi mücadelesini ortaklaştırmak tarihi bir görev ve sorumluluk olarak hepimizin önünde duruyor. 

Bugünkü iktidarın faşist zihniyetine karşı duruyor ve onun yaptığı kötülükleri dile getiriyorsan her gün mahkeme koridorlarını görüyorsun demektir. Bir de üstüne Kürt isen ve de kadın isen bu durum daha büyük saldırıların gerekçesi oluyor. Söylediğin her bir doğru söz için sana dava açılıyor ve rehin alınıyorsun. Bizim şu an yaşadığımız da budur. Yargının ne durumda olduğu zaten gözler önündedir. 

Devam eden davalarımıza gelince, benim halen Mardin 2. Ağır Ceza Mahkemesinde devam eden KCK dosyalarım var. Mardin 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 5-6 birleştirilmiş fezlekelerim var, davası devam ediyor. Yine Iğdır’da 1, Ankara’da 3 olmak üzere 4 davam devam ediyor. 

Bir de daha önce ifadesini verdiğim ve serbest bırakıldığım 6-7-8 Ekim Kobane olayları olarak bilinen fezleke için ikinci defa soruşturma açılmış. 6 yıl sonra bu olaylar bahane edilerek tekrar HDP’ye siyasi soykırım operasyonu yapıldı. Biz buradaki 4 kadın arkadaş da bu fezlekelerden nasibimizi aldık. 12 Ekim’de Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına Aysel Tuğluk ve Sebahat Tuncel arkadaşlar SEGBİS yoluyla ifade verdiler. Savcılık onları bu dosyadan tutuklamak için mahkemeye sevk etti. Mahkeme de her ikisine tutuklama kararı verdi. 

Ben ve Gültan Kışanak 16 Ekim’de ifade verdik ve mahkemeye sevk edildik. Mahkeme gecenin on birine kadar devam etti. Ben bu satırları yazarken halen mahkemenin sonucuyla ilgili elime bir bilgi ulaşmadığından bir şey söyleyemem. Görüldüğü gibi hiçbir iktidar AKP iktidarının yaptığı keyfi uygulamalarla ve hukuksuzlukla yarışamaz. 

Vekilliklerin düşürülmesi, milletvekillerinin tutuklanması, kayyım atamaları vs, tüm bunlar tercihleri, iradesi yok sayılan Kürt halkını nasıl etkiliyor? 

Çok önemli bir konuya değindiniz. Bu iktidarın başta Kürt siyasi seçilmişleri ve HDP çatısı altında siyaset yapan ve hakların iradesiyle seçilen milletvekillerinin vekilliklerinin düşürülmesi iktidarın ne kadar çıkmaz bir yolda olduğunu ve partimiz HDP’den ne kadar korktuğunu gösteriyor. AKP iktidarı girdiği her seçimde devletin bütün gücünü, imkânlarını ve kaynaklarını kendi partisi için kullanıyor. Buna rağmen Kürdistan’da istediği sonucu alamıyor. Bu sonucun yaratmış olduğu kin ve düşmanlık ile 2016 yılında gasp edip kayyım atadığı Diyarbakır, Mardin, Van ve daha birçok belediyeyi 2019 yerel seçimlerinde bir kez daha kaybetti. Halkımız ve bütün kardeş halklar bir kez daha AKP’nin gaspçı ve kayyımcı politikalarına "hayır" dedi. Ve kendi iradesine sahip çıktı. Zaten iktidarın kayyım diye tepeden atadıklarının sergilediği pratikler de açığa çıktı. Halkın kaynaklarını nasıl israf ettikleri ve kendi zevkleri ve çıkarları için kullandıkları toplumun gözünün önüne serildi. Ne yazık ki her zaman seçimle geldiğini ve halkın iradesiyle seçildiğini övünerek söyleyen AKP iktidarı, söz konusu Kürtler ve diğer halkların, muhaliflerin iradesi olduğu zaman bütün bu söylemler birer yalana dönüşüyor. Bu büyük yalan ve ikiyüzlülükle 2019’da halkımızın, halklarımızın seçilmiş iradesine bir kez daha büyük bir saygısızlık yapılmış ve belediyelerimize el konulmuştur. Bu gasp ve kayyım politikalarıyla sadece belediyelere el konulmuyor, seçilmiş milletvekilleri, belediye eşbaşkanları, belediye meclis üyeleri ve siyasilerin görevden alınıp tutuklanmasıyla halkın seçilmiş iradesine el konuluyor. Bu da yetmiyor bir de o gasp edilen belediyelerde çalışan işçiler, emekçiler, memurlar ve kurumlar da bu baskı ve zulüm politikalarından nasibini alıyor. Bilindiği gibi kayyımın ilk yaptığı şey o belediyelerde çalışan insanları düşmanlaştırıp işinden atmak oluyor, aileleriyle birlikte açlığa sürüklüyor. Ve belediyelerin bünyesinde açılan kadın kurumları, kültürel faaliyetler yürüten kurumlar ve halkın yararına olan her şey hedef alınıyor ve ortadan kaldırılıyor. Tabi ki bütün bunları devletin zor aygıtını kullanarak yapıyor. 

‘MUHALİF KESİMLER BUNU GÖREMİYORSA BÜYÜK BİR DUYGU VE DÜŞÜNCE KÖRLÜĞÜ YAŞIYORDUR’

Ama bütün bu yaşananlarla birlikte şu da unutulmamalıdır; her ne kadar AKP-MHP Cumhur İttifakı Kürt düşmanlığı üzerine kurulmuş olsa da, bu ittifak bütün demokrasi güçlerine ve muhalif kesimlere de düşmandır. Onun için bu iktidarın politikalarından canı yanan ve ülkenin sürüklendiği karanlığa karşı olduğunu söyleyen herkese, bütün muhalif güçlere görev düşüyor. Cumhur İttifakının ülkeyi sürüklediği karanlığa karşı Türkiye’deki bütün muhalif güçlerin demokrasi için ve halkların geleceği için ortak bir tutum sergilemesi gerekmektedir. Her zaman olduğu gibi bugün de partimiz demokrasi mücadelesinde en önde olan, öncülük eden ve en çok bedel ödeyen partidir. Ama ülke gerçekliği göz önüne alındığında ve bu iktidarın ülkeyi sürüklediği uçuruma bakıldığında bu mücadele tek başına HDP ve Kürtlere bırakılamayacak kadar vahim ve hayatidir. Eğer bu durum muhalif kesimler tarafından halen görülmemiş ve anlaşılmamışsa büyük bir duygu ve düşünce körlüğü yaşanıyor diyebilirim. 

Kürt halkına gelince, 30-40 yıldır devletin bütün baskı ve zulüm politikalarına ve yaşadıkları acılara rağmen mücadelesini daha da büyüterek bu günlere geldi ve Meclisin 3. büyük partisi olarak iradesini ortaya koydu. Ben Kürt halkının bütün sorun ve sıkıntılarına ve iktidarın kendilerine yaşattığı büyük zulüm politikalarına ve iradesine karşı yaptığı saygısızlığa karşı gereken cevabı vereceğine yürekten inanıyorum. Ve kendi iradesini daha güçlü bir biçimde özgürlükten, eşitlikten, demokrasiden ve onurlu bir barıştan yana ortaya koyacağını, geçmiş bütün zorlu süreçler bize göstermiştir. Bir kez daha gösterecektir. 

‘DEMOKRASİ BLOĞU GELİŞTİRİLMEZSE TÜM ÜLKE KAYBEDECEK’

Partiniz, 1 Haziran’da başlattığı Demokratik Mücadele Programını tamamladı. Şimdi de anti-faşist bloku oluşturma mücadelesi başlatacağını açıkladı. Partinizin bu faaliyetlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizin önerileriniz ne olur?

Öncelikle partim HDP’yi ve bütün çalışanlarını ve gönül verenlerini yürekten selamlıyor ve kendilerine başarılar diliyorum. Bugün HDP’ye ve onun fikriyatına, ilkelerine ve kuruluş felsefesine her zamankinden daha fazla ihtiyaç var diye düşünüyorum. Bu fikriyat, ilke ve felsefe daha fazla geliştikçe, topluma mal oldukça ve örgütlendikçe Türkiye ve Kürdistan halklarının sorun ve sıkıntılarının daha kolay, daha çabuk ve daha adaletli çözüleceğine inanıyorum. Partimiz HDP’ye yapılan saldırlar ve onu içerden çökertme planları başka bir partiye yapılmış olsaydı şimdiye kadar ayakta kalması mümkün değildi. İktidarın bütün faşist saldırılarına ve siyasi soykırım politikalarına karşı HDP dimdik ayaktadır. Ve demokrasi mücadelesinin öncülüğünü göğüslemektedir. 

Ama bir kez daha ifade etmek isterim ki, Cumhur İttifakı’nın Saray rejimine ve onun ülkeyi sürüklediği felakete karşı toplumun bütün muhalif kesinleri bir araya gelmeli ve ülkenin geleceği ve hakların çıkarı için elini taşın altına koymalıdır. Bu ucube rejime karşı güçlü ve örgütlü bir demokrasi bloğu geliştirilmediği takdirde bütün ülke kaybedecek ve toplum iktidarın karanlığına ve keyfi uygulamalarına mahkûm edilecek. Daha büyük acılar ve sefaletler yaşanacak. 

‘DEMOKRASİ MÜCADELESİ HALKLA BÜTÜNLEŞEREK VERİLİR’

HDP’nin kuruluş amacı ve yüklendiği tarihi misyon bütün toplumun, halkların, ezilen, sömürülen, yok sayılan, ötekileştirilen, özgürlüğü elinden alınan, en doğal insani hakları bile tanınmayanların sesi olmaktır. Ve bu misyonu en güçlü biçimde devam ediyor. HDP’nin en büyük ve en anlamlı misyonlarından biri de kadın özgürlük mücadelesini merkeze koymasıdır. Yaşamın her alanında kadının eşit katılımını esas alan ve bunu demokrasinin ve anlamlı bir yaşamın temel dinamiği gören ilkesidir. Bu ilkeleri daha fazla yaşamsal kılmak başta biz kadınların görevidir, diye düşünüyorum. 1 Haziran’da partimiz HDP’nin yürüttüğü halkla buluşma ve demokratik mücadeleyi örgütleme çalışmasını çok değerli buluyorum. Yine bütün engelleme ve iktidarın yasaklarına ve saldırılarına rağmen başlatmış oldukları "antifaşist" bloku oluşturmak ve büyütmek amaçlı ortaya koydukları emek ve çabalarını yürekten destekliyor ve bütün kalbimle, kalbimizle ve inancımızla partimiz HDP’nin yanında olduğumuzu belirtmek isterim. Dediğim gibi partimizin temel ilkeleri ve varlık nedeni halkla bütünleşme ve halkla birlikte demokrasi, özgürlük ve eşitlik mücadelesi vermektir. Bu konuyla ilgili söyleyeceğim son şey; demokrasi mücadelesi halka bütünleşerek verilir ve başarıya ulaşır. Partim HDP’nin de yapmaya çalıştığı budur. 

‘KENDİ İÇİMİZDEKİ ERKEK EGEMEN ANLAYIŞI GÖRMEZDEN GELMEDİK’

İki milletvekilinin kadınlara karşı işlediği suçlar konusunda Gültan Kışanak’ın "nerede hata yaptık?" sorusuna sizin bir yanıtınız olur mu, bu konuda neler önerirsiniz?

Öncelikle şunu belirtmek istiyorum, biz Kürt kadın özgürlük mücadelesini verirken zihniyeti partilere, kimliklere ve inançlara göre ayırıp mücadele etmedik. Çünkü erkek egemen zihniyetin hem toplumsal hem de genel bir sorun olduğunu biliyoruz. Bu eril zihniyetin oluşması ve kendini yaşamın her bir hücresine hâkim kılma arayışı ve çabası binlerce yıla varan tarihi köklere dayanıyor. Onun için kötülükten, adaletsizlikten ve acıdan başka bir şey üretmeyen bu zihniyet, aynı zamanda bir insanlık sorunudur. Bugün Türkiye’de kadına yönelik vahşet her gün katlanarak büyüyor. Her gün yüreğimiz yanarak bu vahşete tanıklık ediyoruz. Gün geçmiyor ki basından kadına yönelik şiddet, taciz, tecavüz ve katliamların haberi geçmesin. Bu da yetmiyor üstüne bir de hakaret ediliyor. Ama bu eril aklın, tecavüzcü ve katliamcı zihniyetin nerede ve nasıl beslenip büyütüldüğü de ortadadır. 

İktidar devletin bir çok kurum ve kuruluşunda bu kadın düşmanı zihniyeti besliyor ve büyütüyor. Bu eril, bağnaz zihniyet gücünü iktidardan ve onun cezasızlık politikasından alıyor. Hiç utanmadan "Allahü Teala bize ruhsat vermiş" diyebiliyorlar. Bir diğeri de devletin ruhsatına sığınarak kadına tecavüz ediyor, kadını intihara sürüklüyor ve kendisi cezaevine bile konulmuyor. 

O kadar çok vahim ve hayati olaylar yaşanıyor ki, insan hangisini anlatacağını bilemiyor. Ama bildiğimiz en iyi şey bu erkek egemen zihniyetin, tekçi, inkârcı, baskıcı ve benmerkezci anlayışın sorunlu ve çok tehlikeli olduğudur. Bu sorunu, anlayıştan kaynaklı yaşanan zorlukları, acıları en başta kadınlar çekiyor, en büyük bedeli de yine onlar ödüyor. Bu eril zihniyet aynı zamanda toplumsal eşitlik, özgürlük, barış ve demokratik bir ülke ve hakikat temelli bir yaşamın önünde en büyük engeldir. Bu engeli aşmak için başta kadınlar olmak üzere toplumun bütün kesimlerine "cinsiyet" ayrımı yapmaksızın büyük bir görev ve sorumluluk düşüyor. Çünkü bu eril egemen zihniyet bütün toplumun geleceğini karartıyor. Doğasını, havasını, suyunu, aşını, ekmeğini ve zihnini zehirliyor. Kin ve nefret tohumlarını ekiyor. 

Eril zihniyetle mücadele ederken hiçbir zaman kendi içimizdeki erkek egemen anlayış ve çizgiyi görmezden gelmedik. Bu anlayış ve zihniyetle sonuna kadar mücadele ettik, etmeye de devam ediyoruz. Sevgili Gültan Kışanak’ın da ifade ettiği gibi biz kadın özgürlük mücadelesi verirken ve eril zihniyetle mücadele ederken tabii ki kendi payımıza düşen eksiklikleri, yetmezlikleri de gözden geçirmeli ve daha bilinçli, daha örgütlü ve daha güçlü bir kadın özgürlük mücadelesinin görev ve sorumluluğunu taşımaktayız. 

‘BARIŞA DAİR UMUDUMUZ MÜCADELE ETTİĞİMİZ DEĞERLERDEN BESLENİYOR’

Kürt sorununun çözümüne dair ufukta bir adım görülmüyor ama barışa dair hâlâ umutlu musunuz?

Bu iktidarın zihniyetine, Cumhur İttifakının Kürt düşmanı politikalarına ve saldırılarına bakıldığında bu iktidardan bir çözüm beklemek hayalcilik olur. Çünkü bu iktidarın kendisi Türkiye toplumuna ve onun geleceğine yönelik başlı başına sorun üreten bir duruma gelmiştir. Kürt sorunu artık Türkiye sınırlarını aşan bir Ortadoğu ve insanlık sorunu haline gelmiştir. Bu noktadan sonra bu soruna daha samimi ve çözüm eksenli yaklaşan anlayış ve zihniyet kazanacaktır. Çünkü bütün toplumun ve Ortadoğu halklarının çıkarı Kürt halkıyla eşitlik, özgürlük, demokrasi ve en doğal ve meşru haklarını tanımaktan geçiyor. Bu temelde yürüttüğümüz mücadelenin başarıya ulaşacağına inanıyoruz. Bu temelde gelişen bir mücadele ve halklar arasında gelişen ortaklıklar beraberinde barışı da getirecektir. Bizim barışa dair umudumuz savunduğumuz ve uğruna mücadele ettiğimiz değerlerden besleniyor. Mücadele devam ettiği sürece umut hep vardır. 

İlgili Haberler
Öne Çıkanlar