Fevzi KARADENİZ: Hayatla ölüm arasında yaşamış olan sendikacı, cesur, barışçı bir Kürt yazar

Fevzi KARADENİZ: Hayatla ölüm arasında yaşamış olan sendikacı, cesur, barışçı bir Kürt yazar
Babası 'dengbej' destancı idi. Anadili Kürtçe idi. Kürtçe sözlü anlatım geleneğini babasından öğrenmişti.

Kemal YALÇIN


1 MAYIS 1977 günü Taksim Kazancı Yokuşu’ndaki kamyonetin üzerindeydi. Yanında 22 kişi öldü, öldürüldü. Kimi ezilerek, kimi kurşunla. 1980 Temmuz ayında DİSK’in efsanevi Başkanı Kemal Türkler öldürüldüğünde Diyarbakır’da sendikacıydı. Tüm Türkiye’de olduğu gibi orada da işçiler direnişe geçmişlerdi. Gözaltına alındı. Kurdoğlu Kışlası’nda hücrede beklerken nöbetçi asker kelepçelerini çözdü,  "Komutan istiyor!" diyerek onu alıp götürdü. "O gün "Komutan" havacı bir subaydı. Fevzi’yi ayakta karşıladı. "Buyur otur!" diyerek yer gösterdi ve konuşmaya başladı: "Getirilme sebebini biliyorum. Ben Kemal Türkler’in hemşerisiyim. Türkler büyük adamdı, sendikacıydı; işçiler tabii ki direniş yapacak!" dedi.

Fevzi Karadeniz’in başına çok belalar geldi. Hayatın her halini gördü, yaşadı. Yazmak onun için hayat biçimi haline geldi. 1952 yılında Diyarbakır ili, Ergani ilesi Çakırfakir köyünde dünyaya geldi. Babası "dengbej" destancı idi. Anadili Kürtçe idi. Kürtçe sözlü anlatım geleneğini babasından öğrenmişti.

Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu -DİSK’e bağlı, DİSK-BANK-SEN 9. Bölge Temsilcisi ve Merkez Yönetim Kurulu Üyesi idi. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra Türkiye’den ayrılmak zorunda kaldı. Fransa’ya iltica etti. Strasbourg şehrinde uzun yıllar siyasi mülteci olarak yaşadı. Kitaplarını daha çok mültecilik yıllarında yazdı ve yazmaya devam ediyor.

Fevzi Karadeniz ile 25 yıldan beri aynı yolun yolcusuyuz. Avrupa Türkiyeli Yazarlar Grubu-ATYG’de 11 yıldan beri beraber edebiyat üretmeye çalışıyoruz. Türkiye’den Almanya ve Avrupa’ya işçi göçünün 60. Yılı vesilesiyle Fevzi Karadeniz ile söyleşi yaptım. Sorularıma bütün halinde cevap verdi. Bu söyleşiyi aynen yayınlıyorum.

FEVZİ KARADENİZ ANLATIYOR:

Yazarlık serüvenimin başlangıcını nereye kadar götürebilirim bilemiyorum, ama edebiyata sevgim, güzel sözlere ilgimle başlar ve çocukluk yıllarıma gider.

Veciz sözlere, ninnilere, manilere merakım vardı. Efsanelere bayılırdım. Yaşlıların Mecburi İskân hikâyelerine ağlar, dengbejlerin yaslı, yasaklı sözlerini yüreğime alır, saklardım. Sonraki yıllarda tarihsel anlatımlara, tasvirlere, şiir okumalara doyamazdım.

Yazı hayatına şiirle başladım; ortaokul- lise yıllarında. İlk şiirlerimden birini gurbet yolunda, bir tren kompartımanında yazdım.

"Uyandım ki kan ter içindeyim

Gün devrilmiş, gecedeyim

Uyku denizindeyim"

Yetmişli yıllarda başımızda "ağır sevda" yelleri esiyordu. Boykotlar, işgaller, grevler, direnişler, yürüyüşler… Her gün her saat koşar haldeydik. Sloganlarımız, marşlarımız hep "ileri!" diye bitiyordu. O yıllar göz açıp kapayınca geçti.

Yurtdışında zorunlu yaşamak, bazı şeyleri bizden alıp götürse de zamanı kullanma, durup düşünme, geriye bakma olanağı da sağladı.

Yazmak için ne çok anı birikmişti…

Hüzünlü gülüşlerle, gözyaşıyla, bazısı kahkahayla yoğrulan, bu anılardı gurbetlerde beni yalnızlıktan koruyan, sürgünlüğün yaralarını sağaltan.

Bir şey daha fark ettim; yaşadıklarım sadece bana ait değildi. Sevdiğim, değer verdiğim başka   hayatlara da değen yanları vardı. Yazmazsam, kendi anılarımla birlikte onlarınkine de haksızlık olacaktı. Yani ilk yazmalarımın sebebi hikmeti bir nevi güzellikleri paylaşma duygusu oldu.

Söz uçar, yazı kalır!

Öte yandan ülkenin ve emekçi halkın geleceği adına kaygılarım, farklı politik konular ve siyaset tarihi üzerine araştırmalarım, düşüncelerim, söyleyecek sözlerim vardı. Ve "Söz uçar, yazı kalır"dı.

O yıllarda taşıdığım inancı bugün de koruyorum: İnkârla, tahrifatla, hamasetle yazılmış olan "resmi"lere karşı sonradan yazılanlardan yeni sentezler çıkacak; insanlık tarihi oralardan okunacak. Edebiyat da buna dahil.

Bunları düşündükçe, çocukluğumun, ilk gençliğimin Ergani’sine uzandım. Doğup büyüdüğüm, evde, sokakta Kürtçe konuştuğum, okula yazıldığım, Türkçe öğrendiğim, mahalle aralarında oynadığım, arkadaşlıklar, dostluklar edindiğim, dengbej babamı dinlediğim, onun güzel atlarına bindiğim yüreğimin başkenti Ergani… Oradan doyamadığım güzel duygularla ayrıldım.

Üniversite yıllarında 23-24 yaşlarında hayallerimizin ulaşılmaz şairi Ahmed Arif’le görüştüm. Bizzat isteğim üzerine şiir okurken ki gözyaşlarına tanık oldum. Uzun yıllardı Ankara’daki bu görüşmede dile getirdiği duygularını başkalarıyla paylaşma arzusuyla doluydum.

1975’te Viranşehir’de 20 Kürt köylüsü öldürülmüştü. Katliamı protesto için İstanbul’dan otobüslerle oraya gittik. Ankara’dan, Diyarbakır’dan ve çevreden gelenler de vardı. Miting alanı süngü takmış yüzlerce askerle sarılmıştı. Helikopterden bildiriler atılıyordu: "Kürtçe konuşanlar, yasak slogan atanlar en sert şekilde cezalandırılacak!"

Mitingde konuşmacıydım. Kürsüye çıktığımda, alçaktan uçuş yapan helikopterin pervane sesi değil, gece kaldığım evdeki köylünün sözleri vardı kulaklarımda. "Kim konuşacaksa, bizim dilimizle konuşsun. Hele biz insan mıyız, hayvan mıyız anlıyak!" O sözleri dinledim, Kürtçe bir konuşma yaptım.

Sonraki yıllarda araştırmalardan öğrendim ki, TKP’nin 100 yıllık tarihinde bir mitingde Kürtçe konuşma yapan ilk ve son parti üyesi olmuşum. İyi ki bunu yazmışım. Bilmeyerek de olsa tarihe not düşmüşüm.

1977 1 MAYIS’ında Taksim Kazancı Yokuşu’ndaki kamyonetin üzerindeydim. Yanımda 22 kişi öldü, öldürüldü. Kimi ezilerek, kimi kurşunla. Her 1 MAYIS’ta yüreğimin orada attığını, ölenleri saygıyla andığımı yazmalıydım.

1980 Temmuz ayında DİSK’in efsanevi Başkanı Kemal Türkler öldürüldüğünde Diyarbakır’da sendikacıydım. Tüm Türkiye’de olduğu gibi orada da işçiler direnişe geçtiler. Gözaltına alındım. Kurdoğlu Kışlası’nda hücrede beklerken, kelepçelerimi çözen nöbetçi asker "Komutan istiyor." diyerek beni alıp götürdü.

Toprak damar damar, insan çeşit çeşittir

Odasında beni ayakta karşılayan havacı subay, karşısındaki koltuğa buyur ederek devam etti. "Getirilme sebebini biliyorum. Ben Kemal Türkler’in hemşerisiyim. Türkler büyük adamdı, sendikacıydı; işçiler tabii ki direniş yapacak."

"Bugün, bu gece buranın tek sorumlusuyum, şansın varmış. Yarın cellatlar nöbeti devralmadan seni sabah erkenden Devegeçidi’ne gözaltına gönderirim. Orası da askeri kamp ama burası işkence merkezidir." diyen Denizlili subayı nasıl yazmazdım?

12 Eylül döneminde arandım, faşizm koşullarında kapılarını, yüreklerini devrimcilere açan cesur insanlar tanıdım. Unutamazdım.

Moskova’da Lenin’in, Nazım’ın başucunda saygıda durdum. Nazım’ın evinde özel eşyalarına, daktilosuna, kalemlerine dokundum. Vera Hikmet Onu merdiven başında, sırtı duvara dayalı, oturmuş vaziyette son nefesini veriş halini anlatırken kim bilir bu kaçıncı kezdi gözyaşı döküyordu?

Paris’te Yılmaz Güney’in ardından Pere Lachaise mezarlığına yürüdüm. Cegerxwin’i Stockholm’deki evinde ziyaret ettim, Paris’te yapılacak Sol Birlik gecesine davetimi kabul etti. Elini öpmek istedim vermedi. Bu Kürt büyükleri hep böyle insanı gözlerinden mi öperdi?

Fransa’ya geldiğimde arayıp bulduğum çocukluk arkadaşım, 40 bin kişinin çalıştığı PEUGEOT fabrikasında işçi lideri olmuştu. M. Uçar artık Fransız, İtalyan, Yugoslav, Portekiz, Türk işçilerin "Kürt Memo"suydu.

Onun Fransa 1. Liginde futbol oynayan oğlu Kendal, memleketinin 2. Ligdeki takımı Diyarbakırspor’a gidiyor; deneniyor, beğeniliyor. Takımın Almanya Spor Akademisi mezunu, Türk Teknik Direktörü "Türk değil misin, git bu ismini değiştir öyle gel." diyor. Kürtler Türkiye’de yalnız siyasette değil, her alanda olduğu gibi spor alanında da dışlanıyorlar. Bunları yazmalıydım.

Lyon’da Türkiye cezaevlerindeki politik tutuklularla dayanışma gecesinde konuşmacı olarak Diyarbakır Cezaevi’ndeki işkenceleri anlatırken, görevliler kolunda yanıma getirilen ve "Fevzi Karadeniz, görüş sırasında seni coplayan gardiyan bendim. Ver elini öpeyim, beni affet. Bana 5 dakika söz verin, o işkenceleri asıl ben biliyorum, çıkıp anlatayım." diyeni, "Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur" hayat hikâyelerini nasıl yazmazdım?

Doç. Dr. Server Tanilli ile komşu komşuya yaşanan mültecilik yılları

Strasbourg’ta 20 yıla yakın Server Tanilli ile komşuluk yaşadım. Her hafta düzenli görüştük. Değerli anılar biriktirdim. Onun konukları, benimkiler derken yüzlerce aydın, yazar, sanatçı, hukukçu, gazeteci, siyasetçi insanla tanıştım. Aynı sofrayı paylaştık, dostluklar kurduk.

Tanilli’nin Avrupa’daki dergi ve gazetelere yazdığı yazılar, konferanslarda, panellerde, toplantılarda yaptığı konuşmalar, gönderdiği mesajlar Türkiye’ye yansımıyordu. Özellikle Kürtlerle ilgili olanları bilinsin istenmiyordu. Ben bunların çoğunun tanığıydım. Onun anısına saygıyla da olsa, yazmalıydım.

Strasbourg’ta dil kurslarına giderken, göçmen işçi çocuklarının yabancı dil öğrenme zorluklarını, anadil sorunlarını yakından görürken bir kez daha çocukluk yıllarıma gittim. Dilin önemini, değerini asıl ben bilirdim.

"…Dilsizlerin hayal dünyaları daha geniş, duyguları daha derindir. Sizin o güzel gözleriniz dilinizden daha etkileyici, adeta hükmedicidir. Güneydoğu’da yakılıp yıkılan bir köyde öğretmen olsanız, Türkçe bilmeyen ilkokul çağındaki Kürt çocuklarına dil öğretseniz ve bunlardan biriyle filmin başından sonuna kadar sadece gözlerinizle konuşsanız. Filmin adı da ‘LAL’ olsa," sözlerini yönelttiğim karşımdaki kişi Türkan Şoray’dı.

Değişik konularda bazısı gazete ve dergilerde yayınlanmış, çoğu yayınlanmamış yazılarım vardı. Makale, deneme, öykü, eleştiri vb. Onları bir kitapta topladım. Kitaptaki yazılar son 40 yıllık bir zaman dilimini kapsıyor. Bazısı 12 Eylül’ün diktatörlük koşullarında, bazısı sonraki yılların sancılı dönemlerinde kaleme alındı. Aktif siyasetten gelen biri olarak bu kitapta yazdıklarımla, aynı zamanda "Kopmadım, söyleyecek sözüm var!" demiş de oluyorum.

Kitaplarım hayatımdır.

Özetlersem; sözünü ettiğim anılardan,  gözlemlerden, araştırmalardan, duygu ve düşüncelerden DAYAN, Eski Zamanlar, LAL, Yaralı Zamanlar, Koşar Adım Bir Hayat, Başım Gözüm Üstüne ve TKP Yayınlarında Kürtler çıktı.

LAL, ile Eski Zamanlar’ın 1. Baskıları Türkiye’de Pencere Yayınlarından, 2. Baskıları ve diğer kitaplarım BELGE’den yayınlandı. BELGE’ye birkaç ay önce TKP Yayınlarında Kürtler’in 2. Cilt’ini, Sosyal Tarih Vakfı TÜSTAV’a ise 12 Eylül döneminde Türkiye demokrasi güçleriyle Avrupa’daki dayanışmayı konu alan HARLI ATEŞTE YANANLAR’ı gönderdim.  

Nasıl ve nerede yazdığıma gelince; kitabın türüne, konusuna, özel durumlara, psikolojik ortama göre değişiyor. Şiiri genellikle gece geç vakitlerde yazıyorum. Bir kafede, barda, tren yolculuklarında yazdıklarım da epeycedir. Bazen sokakta yürürken, söz olarak aklıma düşeni tekrarlayarak ezberler, sonra kâğıda geçerim.

Zor beğenen biriyim. Düz yazıda da öyle. Her yazdığımı defalarca yeniden yazıyorum ve çok zaman harcıyorum. Kalem kullanıyorum. Bilgisayar başında pek konsantre olamıyorum. Anıları not almıyorum, Yazdıkça, arkası geliyor.

Araştırmaya dayalı kitaplar için uzun süre ön hazırlık yapıyorum. Bazısı yılları alıyor. Bilgi, belge toplama, arşiv tarama,  tanıklara başvurma, görüşmeler, röportajlar… Bu konularda dikkatli ve düzenli olduğumu söyleyebilirim. Aradıklarımı genellikle bıraktığım yerde bulabiliyorum.

Bunları söylerken Avrupa’da bir yazara sunulan bazı olanaklara da değinmiş oldum. Türkiye’de 70 yıl yasaklanmış bir partinin illegal yayınlarını, hele de Kürtlerle ilgili olanlarını evimde arşivleyemezdim; koruyamazdım.

Bununla birlikte Türkiye bir yazar için zengin bir coğrafya. Konu bakımından, ilham kaynakları bakımından. O topraklarda yaşamış uygarlıkların mirası yağmalansa, yasaklansa da izleri yaşıyor. Değişik halkların dilleri, yazılı-sözlü edebiyatları, folklorik ögeleri, sosyal ilişkileri, düğünleri, eğlenceleri, cenazeleri, dini ritüelleri, masalları , efsaneleri, fıkraları, sokağa taşan kara mizahları bir yazar için muazzam bir sergi açıyor.

Öte yandan katliamlar, tutuklamalar, işkenceler,  mahpusluklar, sürgün hayatlar, kitapları yasaklanan, kendileri yakılan aydınlar; nefreti de sevgiyi de aynı anda ve dorukta yaşayan sıradan insanlar…

Yani gözlerinizi, yüreğinizi ne yöne çevirirseniz, adımınızı nereye atarsanız yazacağınız konu var. Tabii bir o kadar da yasak.

Almanya’da yaşayan yazar Kemal Yalçın, Türkiye’de yaşamış olsaydı, Ermeniler, Süryaniler üzerine ciltler dolusu, binlerce sayfalık kitaplar yazamaz,  yayınlayamaz, yayınlasa dağıtamazdı.

 Bir cümle ile Türkiye’deki bir yazarın olanakları Avrupa’da yaşayan bir yazara göre oldukça sınırlıdır; en önemlisi de özgürlük sorunu var.

Strasbourg, 16.5.2021, Fevzi Karadeniz

 

Öne Çıkanlar