Hukukun işlevi

Adalet ve eşitlik gibi etik değerlere dayanan ve bu değerlere ulaşmayı hedefleyen hukukun bu anlamda barışın ahlakiliğini sağlaması görevidir.

Hukuk kültür değerlerinden biridir. Sosyal, ekonomik ve siyasi gerçeklerden doğan amaçlara hizmet ediyormuş gibi gözükse de hukukun asıl işlevi, sosyal, ekonomik, siyasi gerçekleri hukuk idesinin (adaletin) ışığında makul, kabul edilebilir, mantıki hedeflere doğru yönlendirmektir. 

Hukuk sadece yasa anlamına gelmez. Hukuk tekniğinden başka bir de hukukun ahlakı bulunduğunun, bu ahlakın adalet ve insaniyet olduğunun bilincinde olmak gerekmekte. Ancak bu bilinç teorik kalmamalı uygulamada da hak ve gerçek, iyilik ve insaniyet, özgürlük ve adalet uğrundaki mücadeleye katılma, sonuç olarak hukuka inanma bilinci olmalıdır. Hukuk daha çok içimizde vicdanımızla (manevi bilincimizle) objektif tabir ile hukuk felsefesiyle özünü idrak ettiğimiz bir şeydir.

Hukuk öncelikle adalete hizmet eden insani bir yaşam düzenidir. Bu nedenle düzensizliklerin, keyfi davranış ve uygulamaların, ölçüsüzlüklerin tersidir. O karışıklıkları ve medeni olmayan durumları dışlar. Bu nedenle şekil ve düzen hukukun içeriğinde bulunmaktadır. Şeklin önemli işlevi hukuk güvenliğine hizmet etmektir.

Hâkime güven de hukuk güvenliğine dayanmaktadır. Çünkü insanlar hâkimin kararlarında sübjektif veya siyasi bir eğilimin değil, objektif hukukun belirginleşmesini isterler. Hukukun ölçülü, sürekli ve eşit uygulanması hak duygusunu besleyen büyük etkendir.

Hukukun diğer önemli bir işlevi hukukun amacıyla bağlantılıdır. Kuşkusuz hukuk toplumun ve bireyin korunmasını, hak ve özgürlükleri tehdit eden tehlikelerin önlenmesini, idari organizasyonun pratik amacına uygun şekilde işleyebilmesini, suçlarla etkili şekilde mücadele edilmesini, davaların zaman ve masraf bakımından zarara neden olmayacak şekilde düzenli ve hızla yürütülmesini amaçlar. 

Ancak bütün bunları amaçlarken hukukun gözeteceği hedef-amaç adalet, özgürlük ve insanlık idesidir. Eğer bu hedef-amaç gözetilmezse hukuku çıkar, yarar ve bir siyasetin aracı durumuna düşürmüş oluruz. Hukukun siyasileşmesi ve idarileşmesi adaletin yitirilmesi demektir. Hukuk siyasetin ve idarenin bir aracı değildir. Aksine siyaset ve idare hukuki bir temele dayanmalıdır.

Hukukun hedef amacı (manevi ideali) adaleti gerçekleştirmektir. Adalet kavramı hak kavramından önce vardır. ("Oysa hak adaletten gelir, sanki annesi gibi. Öyleyse haktan önce adalet olmuştur." Francis Accursius - 12. yüzyıl şerh yazıcısı) Hak kavramı adalet işlevine dayanır. Hak ve adalet hakikatin en yüksek görüntülerindendir.

Hakikat, hak ve adalete ise ancak özgürlükle ulaşılabilir. Çünkü özgürlük çelişkileri aşmamızı ve ortaya çıkacak yeni çelişkileri yeniden aşmamızı sağlayan sonsuz ve özgür ruhun bilincine vardığı son alandır. Özgürlük gerek iç alemde gerekse dış alemde ruhun karşı karşıya kaldığı engelleri aşma gücüdür.

Asli kavramları anlayabilmenin, olması lazım gelen bilincinin, etik olarak iyi ya da kötüyü, mantıki olarak doğruyu ya da yanlışı ayırmamızı sağlayan norm ve değer bilincinin özgürlükle yakın ilişkisi bulunmakta.

Hukukun varlığının temel nedeni hakka, adalete ve özgürlüğe hizmet etmektir. Hukukun anlamı unutulmuş, güce ve siyasete alet edilmiş olabilir. Bu anlamda bundan zarar görecek olan toplumdur.

Böyle bir durumda toplumda uyumsuzluk ve huzursuzluk artacak, kültürün gelişmesi engellenmiş olacak ve toplumun geleceği de tehlikeye düşecektir. Buna karşılık hukuk nihai hedefine yönelik olarak görevini yapınca toplumda uyum, denge ve huzur sağlanacak ve kültürel gelişmenin yolları açılmış olacaktır. ( Vecdi Aral- İnsan Özgür mü ?)

Hukukun önemli bir işlevi de barışı sağlayacak bir ortamın yaratılmasıdır. Toplumun barış içinde yaşayabilmesi barışsever bir hukuk düzeninin kurulmasına bağlıdır. Bu nedenle hukuk düzeni değişik inanç ve düşüncelere sahip bireylerin bir arada yaşayabilmelerine olanak sağlayacak nitelikte olmalı.

Kimlik farklılıklarına saygıyı oluşturacak bir hukuk düzeni oluşturmak zorunluluktur. William Connoly’in "Kimlik ve Farklılık" isimli yapıtında şu saptamayı yapıyor: "Her kimlik bir dizi farklılıkla bağlantılı olarak ve bu farklılıklardan bazılarının da kötü, anormal veya akıl dışı, özetle "öteki" tanımlaması üzerine kurulur. Öteki sırf varlığıyla bile kimliğin kesinliğini, doğruluğunu, normalliğini, akılcılığını kuşkulu kılar. Bu yüzden de öteki tarih boyunca hep "doğru" kimliği benimsemeye davet edilmiş, olmuyorsa üzerinde baskı kurulup susturulmuş; fethedilmiş o da olmuyorsa yok edilmiştir."

William James de "insan ruhu, kendisinin, ister kolaylık uğruna, ister amaçlı olarak kategorilere göre sınıflandırılmasından nefret eder, buna meydan okur. Kısa yaşamımızı aşan, yalnızca benzersizliğimiz, özel kimliğimizdir. Bu nedenle onu her zaman korumamıza gerek var" saptamasında bulunmakta.

Bu nedenlerle adalet ve eşitlik gibi etik değerlere dayanan ve bu değerlere ulaşmayı hedefleyen hukukun bu anlamda barışın ahlakiliğini sağlaması görevidir. Bunun sağlanamadığı yerde barış tehlikededir. Ve bireyi hiçe sayan bir hukuk düzeni hukuk adını taşımaya hak kazanamaz.

Toplum içinde barışın sağlanmasının temelini oluşturan, barışı ahlaki bir esasa dayandıran diğer bir nitelik hukukun eşitliği sağlayan bir düzen getirmesidir. Eşitliğin olmadığı yerde barış tehlikeye girer. Bu nedenle yasa önünde eşitlik ilkesi evrenseldir. Hukuk her şeyden önce herkese eşit mesafede duran genel bir eşitliğin güvencesi olmalıdır. Hukuk ırk, sınıf, zümre, etnik kimlik, inanç ayırımı gözetmemelidir.

Ancak bu anlamda her konuda genel bir eşitlik anlayışı eşitsizlik yaratır. Bireyler tüm ilişkilerinde çok genel ve hiçbir ayırım gözetilmeksizin bir işleme tabi tutulurlarsa bu da bireyin tek başına kalması demektir. Somut durumlarda bireylerin ve ilişkilerinin eşitlenmesi diğer bir deyişle eşit olan ilişki ve durumların eşit işleme tabi tutulması zorunludur.

Zaten eşitlik düşüncesi somut durumlarda ayırımı gerektirir özelliklerin göz önüne alınmasını gerektirir. Erich Fromm’un deyişiyle eşitlik her insanın kendine özgü bir tarzda gelişmesinin şartıdır. Eşitlik anlayışı bireyselliğin yadsınması anlamına gelmemelidir.

Hukukun önemli bir işlevi ve boyutu da özgürlükçü olmasıdır. Hukuk bireyin akıl ve vicdanına uygun olarak aldığı kararları dış dünyada gerçekleştirmek isterken karşısına çıkabilecek engelleri önleyip, ortadan kaldırabilecek önlemleri almalıdır. Hukukun bireyin özgürlüğünü güvence altına alması öncelikli görevidir.

İnsan öz benliğini ancak özgürlük ortamında ortaya çıkarabilir ve birey olarak kendisini yaratabilir. Bu nedenle Emile Brehier’in belirttiği gibi keyfiliğe dayanan baskı yönetimi (istibdat) sorunu siyasi değil, ahlaki bir sorun olabilir. Çünkü insana bir araç, bir eşya muamelesi yapılamaz. (Aral- a.g.e)

Bir toplumun gelişmesi özgür bireylerin varlığına bağlıdır. Korku ve baskıyla sindirilmiş, özgürlükleri kullandırılmayan, bir otoriteye bağlı kılınmış, birey olamamış insanların meydana getirdiği oluşuma toplum denemez. İçindeki değerleri gerçekleştirerek kendisini tanıyan ve seven, birey olabilen insan bu şekilde başkalarına karşı sevgi ve saygı değerini algılayarak hem birey olduğunu hissedecek hem de toplumsallaşacaktır.

Hukukun özgürlükçü niteliğinin en önemli boyutu ifade özgürlüğü alanında kendisini gösterir. Bilmek tek hakikat olduğunu iddia edip, onu tartışılmaz kılmak değildir. Tüm değer yargıları hakikat olduğu iddiasını taşır. Asıl olan sürekli eleştirip, araştırarak hakikate yaklaşma çabası göstererek gelişmeye çalışmaktır. Bu nedenle düşüncelerin özgürce açıklanması ve tartışılması zorunludur.

Sorunlar hiçbir zaman çözüme ulaşamaz. Her çözüm yeni sorunları da birlikte getirir. Hakikate yaklaşmada bilime ve özellikle felsefeye de önemli görevler düşmekte. Bu nedenle ifade özgürlüğünün sağlanması ve güvence altına alınması hukuki ve ahlaki bir görevdir. Woltaire’in "Söylediklerinizin hiçbirine inanmıyorum ama konuşma hakkınızı ölünceye dek savunacağım" sözünü evrensel bir ilke olarak kabul etmek gerekmekte.

Hukukun özgürlükçü niteliğinin diğer önemli bir boyutu da vicdan özgürlüğü alanında kendisini gösterir. Bireyin gelişebilmesinde, mutlu bir varlık olabilmesinde ahlaki değerlerin büyük önemi vardır. Bu değerler yalnızca insana bağlı olup, bu değerleri aktarabilecek ve yaşamında uygulayabilecek yine insandır.

Ancak birey, değerler arasında seçim yaparken kendisine dışarıdan bir zorlama yapılamaz. Kendisine hazır davranış kalıpları sunulamaz. Buna ahlakın kendisi izin vermez. Tek bir davranış biçiminin ahlaka uygun olacağı söylenemez. Bireyi kendi seçimine dayanmayan davranışlarından dolayı değerlendirmemiz, sorumlu tutmamız olanaklı değildir.

Bu nedenlerle bireyin insan olmanın onuruna sahip ahlaki bir kişiliğe kavuşabilmesi ancak vicdan özgürlüğünün hukukça güvence altına alınmasına bağlıdır. İnsan amaçlı bir hukuk düzeni kimseyi vicdanına aykırı bir davranışa zorlayamaz. Bu zorlamanın başladığı yerde vicdan özgürlüğü ortadan kalkmış olur.

Kuşkusuz vicdan özgürlüğü bireylerin kendi vicdani kararlarına karşı saygı gösterilmesini istemek hakkını içerdiği gibi, bunu isteyenlerin diğer bireylerin vicdani kararlarına karşı saygı gösterme yükümlülüğü altında bulunduklarını da ifade eder. Bu yükümlülük başkalarına ilişkin ahlaki bir değer yargısı vermeme anlamını da içerir.

Türkiye’de geldiğimiz noktada hukuk, nihai amacı olan adaleti gerçekleştiremediği gibi, barışı, eşitliği ve özgürlüğü güvence altına alamamakta. Bu durumda birey kendini inşa edemediği gibi kalabalıkların toplum olma imkânı da bulunmamakta.

Cumhur İttifakı bileşenleri antidemokratik zihniyet ve hukuk dışı uygulamalarla barışın, hak ve özgürlükleri kullanabilmenin, adalete erişebilmenin, mutlu olma hakkının, müzakere-uzlaşma ve işbirliği imkânının zeminini yok etmiş durumdalar. 
 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ümit Kardaş Arşivi