Özgün Enver Bulut

Özgün Enver Bulut

Hüznün sessizliği

Ağırlığı olan söz kişiyi de ağır kılar. Aşkın ağırlığı da böyledir. Taşıyanın taşıyabildiği kadar büyüktür o.

Ne zaman gri bulutlar kendini gösterse, iki damla yağmur düşse ya da mevsimler değişse, içimdeki fırtınaların rengi deeğişir, hüzün duvarına sırtımı yaslar, sözün gücüne sığınır, yaşam denizine merhaba derim. Çünkü hep şuna inanmışımdır. "Arturan söz kadrini sıdk ile kadrini artturur/ Kim ne mikdâr olsa ehlin eyler o mikdâr söz" Yani şöyle söyler Fuzuli, "Sözün değerini doğrulukla arttıran kendi değerini de arttırır/ Ağırlığı neyse kişinin sözünün ağırlığı da o değerdedir." O nedenle ağızdan çıkan her söz bağlayıcıdır ve ağırlığı vardır.

Dergiler, gazeteler okur, kitaplarda soluklanır, çevremi izlerim sessizce. İçi boşalan ne kadar çok şey dikkatimi çeker. Ölüm makinaları gibi insanlar. Sevmeyi, sevilmeyi unutmuşlar. Güven denen şey, anlama denen şey sanki onları terketmiş. Aşkın sarsıcı tarafları yanlarından geçmiyor. Ya da üç beş kelime etrafında dolaşıp duruyorlar. Mesajlar kadar seviyor, seviliyorlar. Cümlenin değeri son model telefonun değerinden daha hafif. Tam da burada Elsa Triolet’in ismini severek aldığım kitabı Gün Doğarken Bülbül Susar’ın ismi yeniden benimle buluşur. Ne büyük bir imge, ne hüzünlü bir söz. "Ay ışığına bulanmış dünya"nın ertesi gününe düşen bir şarkı gibi. Ölüm ertesi, ölülerin onuruna değen bir gözyaşı cümlesi gibi…

Klasiklere bakıyorum. Fuzûlî okuyor, Mevlana’da soluk alıyorum biraz ve Ehmedê Xanî’nin yüreği karışıyor yüreğime. Tanrım bu nasıl bir derinlik, bu nasıl bir dil, nasıl bir aşk, nasıl bir söz ve nasıl bir ağırlıktır. "N’ola ger kılsam şeb-i hicrân temennâyı ecel/ N’eyleyem çohdur gamum def’ine gam-hâr isterem" derken Fuzûlî, nasıl bir yangından ve nasıl bir yoldaşlıktan söz etmektedir. Hicran gecesinde eceli temenni eden bir şaire şaşılmaması gerektiğini söylüyor ve çok olan derdine dert ortağı arıyor. Çünkü biliyor ki dert ancak ortakla kıvama girecektir. Tam da burada aklıma ülke meseleleri geliyor. Aslında dertleri çok olan bir ülkedeyiz, bölgedeyiz. Anlamak ve dinlemek gerek. Aynı ateşin içinde pişmek gerek. Zaten sıkıntının büyüğü buradan başlıyor. Sert söylemler, kesin yargılar, kafadaki sınırlar… Hepsi de öfkeyle karıştırılmış çorbaya benziyor. Böyle bir çorbanın tadı da tuzu da olmaz, olmamalı.

Aşkı anlamayanlar, onun dilini çözmeyenler, sözün de sırrını çözemezler. O zaman da devreye teknik girer. Dakikalık sözler ve dakikalık hasretler gider gelir. Mesnevi’de şöyle bir hikâyeye değinir Mevlâna. "Aptallar Mecnun’a cahillikle söylediler: "Leyla’nın güzelliği o kadar değildir, basittir./ Şehrimizde ondan daha güzel, ay gibi yüz binlerce dilber vardır."/  Mecnun dedi ki: " Suret testidir; güzellikse şarap. Hak bana onun suretinden şarap veriyor./ Onun aşkı sizin kulağınızı çekmesin diye, testisinden size sirke veriyor." Sevmek ve onu yorumlamak, düşülen aşk hali ve aşkı sahiplenme durumu olarak algılanabilecek bu durum, Fuzûlî’den Mevlâna’a akmakta ve adeta aşkı ortaklaştırmaktadır.

Gam-hâr isteyen Fuzûlî, bulur gam- hârlarını ya da onlar bulur onu. Gündem farklıyken aşkı konuşmak neymiş sorusu gelebilir. Tam da bu gibi durumlarda aşka sığınmalı, aşktan söz etmeli. Aşk, sabır dilinin sınanması ise, sözler de o sabrı büyütüp yürek diliyle buluşturan ve zamana düşüren güzellikten başka ne olabilir ki. Sözün ağırlığı gün doğarken bülbülü susturuyorsa, orada ki ateşin yakma derecesi çok başkadır. O ateş yakar da tedavi de eder. "Zîn’in yüzü bir mumu andırıyordu/ çok ışıklıydı ve nur gibi parlıyordu/ Memo da görünüşüyle pervaneye benziyordu/ ve vücudunu, canını ateşe veriyordu/ Aşk ateşi bazen öyle tutuşuyordu/ Zîn bütün bütün pervasızlaşıyordu" Ehmedê Xanî yüreğindeki ateşi bu kadar canlı ve umutla tutuşturup bugünlere kadar gönderiyor. Dedik ya ağırlığı olan söz kişiyi de ağır kılar. Aşkın ağırlığı da böyledir. Taşıyanın taşıyabildiği kadar büyüktür o. 

Bazen insan insanlığından utanır ve kendisini içine gömer ya. İşte o zaman bir yol, bir klavuz olur ona şiir. Büyür içindeki yangın. Büyür hüznün sessizliği. Aslında yeryüzü şiire ve aşka emanet edilse, gökyüzünde solgun tek bir yıldız bile kalmaycak. Bu bilindiği için şiiri bilmeyenlerin sesi çıkar daha çok. Böğürenlerin gürültüsü ortalıkta ses diye dolaşıyor. Bu kirliliği temizlemek gerekiyor bir an önce. Daha çok şiir, daha çok dize… 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Özgün Enver Bulut Arşivi