İktidar değişse rejim değişmez

Türkiye’nin her bir köşesinden ve her kesiminden farklı dillerde isyan sesleri yükselirken, kriz bu denli derinleşmişken daha ne gerekir ki?

12 Eylül Darbesi’nin 40’ıncı yılı da geldi, geçti. Her yıl aynı bilançoları paylaştık, aynı sözlerle lanetledik, aynı isimleri kederle andık; yaşatılan işkenceleri, hukuksuzluğu, adaletsizliği, sömürüyü, kayıplarımızı… Elbette… 

Lakin darbenin "muhatabı" Türk solu değil, Kürt hareketiydi aynı zamanda. Diyarbakır Cezaevi’nde Hitler’i kıskandıracak özel işkence yöntemleri kullanıldı. Bugün hâlâ bazı sol kesimlerin 12 Eylül Darbesi’nden ve darbeye giden süreçten bahsederken Kürtleri ‘unutuyor’ olması, 12 Eylüllerin yol verdiği Türkçü-Radikal İslamcı rejimin ‘sallana sallana’ ilerlemeye devam edebilmesinin nedenlerini de örtmüş oluyor. 

Darbe, solun toplumun geniş kesimlerinde oluşturduğu siyasal, ideolojik, kültürel etkililik ve itibarı hedef alarak neo-liberal politikaları köklendirirken, sınıf siyaseti içinde erimiş kimlikler, Diyarbakır zindanlarında kan ve gözyaşları arasında boy verdi. 

Kürt ve Türk solunu silindirle ezen Cunta, yalnız İslamcılara dokunmadı. Askerler solcuları gruplar halinde tutuklayıp götürürken, Akıncı yurtlarının önünde neredeyse çekirdek çitleyerek izliyordu İslamcı gençler. 

Erdoğan’ın anlattığı "PKK’nin önünü açmak için solu tasfiye ettiler" hikâyesi, hikâyedir yani. Gerçek ise İslamcılar için alan temizliği yapılmış olmasıydı. Aynı şeyleri bin birinci kez tekrarlamaya gerek yok, merak edenler Cunta ile Orta Doğu’ya uzanan İslami örgütlenmelerin işbirliğini Uğur Mumcu’nun Rabıta’sından başlayarak öğrenebilir. 

Erdoğan’ın sözlerindeki asıl önemli vurgu, alıştığımızın aksine 12 Eylül Darbesi’nden ‘sol’u "mağdur" göstererek bahsetme gereksinimi duyması. 

Tabanı hızla eriyen AKP’nin iktidarda kalabilmek için geri kazanamayacağı oyları bölmeye yöneldiği malum. Kriminalize ettiği HDP ile CHP’yi, HDP ve CHP ile de İYİ Parti’yi adeta ‘terör’ silsilesi oluşturarak sindirmeye, Millet İttifakı’nı parçalamaya çalışıyor. Evet ama, o sözlerle sanki yeni bir hedefe, Millet İttifakı dışında kalan bir çevreye yönelmiş gibi. Cumhur İttifakı cephesinde konumlanan ulusalcı grupların da dışında. 

Katı laikçi, AKP’ye yalnızca İslamcı kimliği nedeniyle muhalefet eden, kendini solda tanımlayan ama ırkçılığını "Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür" tanımını zorlayarak gizlemeye çalışan çevrelere "ajitasyon-propaganda" döneminin açıldığı mesajı olabilir mi?

Belki işçi sendikalarının, meslek odalarının, baroların, çeşitli sivil toplum platformlarının içine yönelik hamlelere eşlik edecek bir meşrulaştırma argümanı. 

Mesela Hulki Cevizoğlu ve bazı CHP’lilerin yandaş ekranlarda sıklıkla görünür olması, eski Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden’in ‘akademisyenliği’ tartışmalı yandaş rektöre övgüler yağdırması, Sözcü gazetesinin CHP içine yönelik operasyonel haberlere öncülük etmesi oldukça dikkat çekici. "Çekirdek devlet" CHP’nin Kürt raporundan ve "toplumsal barış"tan bahsetmesine bile dayanamamış gibi. 

Devletin laik cumhuriyetçi kesimleri koşullama, etkisiz/ tepkisiz kılma aracı, "Kürtler ve ‘terör" paradigması işe yaradığı sürece bu "de facto rejimi" değiştirmek hiç kolay değil.

Başa dönersek, AKP 90’lı yıllarda solun örgütlenme modelini ve sol literatürü kullanarak örgütlenirken sol, Kürt meselesinde net tavır alamadığı gibi Türkiye’nin ve dünyanın içinde bulunduğu siyasal ve ekonomik koşullara ilişkin yeni bir örgütlenme modeli ve yeni bir ideolojik perspektif sunamadı.

Ne yazık ki 12 Eylül’ün 40’ıncı yılını geride bırakırken, siyasal, kültürel ve ekonomik açıdan 40 yıl öncesinden çok daha gerideyiz.

Ama öte yandan koşullar, yeni bir başlangıç için de son derece elverişli. 

En üstteki yüzde 10’luk kesim toplam servetin yüzde 81.2’sine sahipken, pandemi nedeniyle gelir dağılımı daha da kötüleşmişken, DİSK-AR’ın temmuz ayında yayınladığı rapora göre, Covid-19 etkisiyle revize edilmiş geniş tanımlı işsizlik ve iş kaybı 17,7 milyonu aşmış, 11 milyona yakın yeni iş kaybı ve işsiz yaratmış, geniş tanımlı işsizlik ve iş kaybı oranı yüzde 52’ye çıkmışken… Ülke salgın hastalıkla baş başa bırakılmış, avukatlar savundukları kişilerin suçuyla suçlanacak kadar hukuk paspas edilmişken… AKP’nin kalesi olan Rize’de, Manisa’da bile köylüler yaşam alanlarını savundukları için coplanırken… 

Türkiye’nin her bir köşesinden ve her kesiminden farklı dillerde isyan sesleri yükselirken, kriz bu denli derinleşmişken daha ne gerekir ki?

Bu denli geniş kesimlerin ortaklaştığı aş, iş, hukuk, demokrasi talebini bir çatı altında toplayıp güçlü bir dinamik yaratamayan muhalefet, iktidarı değiştirse rejimi değiştiremez. Zaten "barış" da ancak bu dinamiği oluşturan toplumsal kesimlerle kurulacak köprülerin açacağı yoldan gelebilir. 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi