Mansur'u hiç bu kadar özlememiştim

O koşullarda elinden en çok bu geliyordu onun… Öyküsünü bana emanet etmişti… Ve o öykünün içinde bütün insanlığın kurtuluşu gizliydi…

Ankara, Polatlı’ da yedek subay öğrenciliğim sırasında tanıdığım Kırşehirli bir er vardı. Mansur’du adı… Alevi. Lise ikiden ayrılmış, okuldan ayrıldıktan sonra yapmadığı iş kalmamış, sevgi dolu, kimseyi kırmak istemeyen ve benim için çok özel bir insandı… Akşamları birliğin kantininde buluşur, şiirden, aşktan, insanlardan konuşur, dertleşirdik… Mansur askerlikten, silahtan, insan öldürmekten nefret ettiği için eğitimden hep kaçar, süngü savaşını öğrenmektense mutfakta soğan, patates doğramayı tercih ederdi… Ama birliğe yeni tayin olan bir subay Mansur’u zorla eğitime çıkarmaya, ona silahla eğitim yapmaya zorladı. Mansur, ben elime silah almam diyerek, bu subaya karşı koymuştu, Mansur’u emre itaatsizlik, diye birliğin ortasındaki bir hücreye attılar… O inat ettikçe hücre cezası uzuyor,üstüne üstlük subayın görevlendirdiği kimi erler hücreye girip onu acımasızca dövüyor, eline silah alması için zorluyorlardı…

Mansur’un kaldığı hücresinin başında sabah akşam erler nöbet bekliyor ve oraya kimseyi yaklaştırmıyorlardı… Düşüncelerini ve kişiliğini sevdiğim Dersimli bir erin nöbette olduğu bir akşam hücresine gittim Mansur’un. İsteğimi kırmayan Dersimli er, bir taraftan nöbetçi subayın gelip gelmediğini kontrol ediyor, ama bir taraftan da çok korkuyor, bir an önce konuş, yoksa seni burada görürlerse benim başım derde girer, diyordu…

Mansur’a hücresinin kırık camından seslendim. Karanlığın ortasında yere çömelmiş kim bilir hangi düşlere dalmış kendine verdiği sözün bedelini ödemeye çalışıyordu… Sesimi duyunca sevinçle irkildi, hemen pencerenin yanına geldi. O aydınlık gözleri karanlıkta bile ışıyordu: Benim çocuklarım savaşmasın, ellerine silah almasın, insanlar barış içinde yaşasınlar, diye katlanıyorum bütün bunlara, diyordu… Sonra bana hücresinin karanlığına, durumunun bütün o çaresizliğine rağmen bir Edip Cansever’in, Mendilimde Kan Sesleri, adlı şiirini okudu…

Şiiri okuyup bitirdikten sonra, Senin için ne yapabilirim Mansur? , Çok üzülüyorum, elimden bir şey gelmiyor, ama hep aklımdasın, dedim… Uzun uzun, sanki kalbimi okumak istermiş gibi baktı bana ve sonra da: Beni unutma, yeter, dedi… Bir Mansur vardı, o da bu dünyada yaşadı, sevdi, sevildi de, yeter…

Ertesi gün birlikte tören provası yapılacaktı. Birkaç gün sonra tören yapılacak, acemiliğimiz bitecek, görev birliklerimize tayinlerimiz çıkacaktı… Yüzlerce öğrenci Polatlı Topçu ve Füze Okulu’nun bahçesinde marşlar söyleyerek büyük törenin provasını yapıyorduk… Bir ara dinlenme molası verildi. Okulun bahçesindeki çimenlerin üzerinde provanın yeniden başlamasını bekliyorduk. Bu sırada yanıma birkaç gece önce Mansur’un hücresinin başında nöbet bekleyen o Dersimli er yanıma geldi, yüzü allak bullaktı, gözleri ağlamaktan kıpkırmızı olmuştu ve dudakları titreyerek:

Mansur bu sabah hücresinde kendini astı… O gece ben vardım nöbette, çok da kötü görünmüyordu, bütün gece türkü söyledi, şu kağıdı da sana vermemi istedi. Sabah nöbeti başkasına devrettim. O fark etmiş kendini astığını, dedi… Bunları söyledikten sonra koşarak uzaklaştı yanımdan Tuncelili er…

Bir süre kalkmadım oturduğum yerden, bu hayatta gördüğüm her şey bana öylesine acı veriyordu ki o an ister istemez gökyüzüne doğru çevirdim gözlerimi. Orada değildim sanki. Bu hayatın, bu zamanın dışında, gerçeğin ucunda öylece asılı kalmıştım. Neden sonra bir subay yanıma gelip; kalkacak mısın, yoksa seni kendi usullerimle mi kaldırayım? Öğrenemedin mi hala, burası asker ocağı, ana kucağı, değil, diye kükredi. Zerre kadar korkmamıştım ondan… Hatta bu subaya nasıl derin bir öfkeyle bakmış olmayım ki, çok uzatmadan çekip gitti…

 Sonra tören provası başladı yine. Adeta bir hayalet gibi marşlar söyleyerek yürüyen acemi subayların arasına karışmıştım… Yürüyen ben miydim, bir başkası mıydı bilmiyorum, kendi bedenimin, zihnimin dışına çıkmıştım sanki… Sonra Mansur’un kendini asmadan önce bana gönderdiği o küçük, bir defterden kopartılmış o buruşuk kağıdı açıp okudum: Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar… Beni unutma Cezmi abi; bu dünyada bir Mansur vardı de beni soranlara, iyi insandı de, kimseye kötülük etmedi de… Benim için hiç üzülme abi… Elime silah alsaydım kendimi hiç affetmezdim. Benim için en doğrusu bu… Kendime saygı duymayarak yaşamaktansa, onurumla ölmeyi istedim. Hepsi bu… Abi seni tanıdığım için çok mutluyum… O gece yanıma geldin ya, birlikte şiirler okuduk ya, bu kısacık hayatımın en güzel, en anlamlı hatırasıydı benim için… Seni seviyorum Cezmi abi… Kardeşin Mansur…

Mansur’un bunları yazıp gönderdiği o buruşuk, beyaz defter kağıdına gözyaşlarım damlıyordu… Yanımdaki insanların hep bir ağızdan söylediği marşlar Mansur’un o kısacık ömrüne söylenen ağıt gibi geliyordu kulağıma… O ölmüştü, ben yaşıyordum. Birkaç gün sonra buradan ayrılacak başka şehre doğru yola çıkacaktım… Umutlarım, beklentilerim, sevdiklerim vardı ve daha da olacaktı… Ama nereye gitsem, ne yapsam Mansur’un o kısacık ömrüne söylenen bu ağıtı hiç unutmayacaktım…

Artık benim için vatan ve bayrak adına söylenilen bütün marşlar; bütün kahramanlık ve savaş türküleri Mansur’u hatırlatacak, o kısacık hayat öyküsü bana hep onun ve onun gibiler için ne yaptığımı soracak, eğer gerçekten bir şeyler yapmıyorsam aldığım her nefesi ona rağmen aldığımı düşünecek ve korkunç bir suçluluk duygusu duyacaktım…

Mansur’un cenazesi askerlerin morali bozulmasın diye, gizlice memleketi Kırşehir’e gönderilmişti. Ondan bana kalan tek şey, gözyaşlarımla ıslanmış ve buruşuk bir kağıda yazılmış bu veda mektubuydu…

Salonumun ışıklarını yakıp, çalışma odama geçtim. Yazı masamın çekmecelerinden birinde saklı olan bu veda mektubunu arayıp buldum… Yeniden, yeniden okudum… Bu mektubu ilk kez bir tören provasında okurken nasıl ağladımsa, onca yıldan sonra okurken yine ağlamaya başladım… Ayakta kalabilmek ve yoluma devam edebilmek için onun öyküsünü ve bende emanet olan yüzünü unutabilmek için ne denli çok çaba harcadığım aklıma geldi… Onu unutamazsam yaşayamazdım çünkü. Askerliğimi bitiremez, girdiğim işlerde başarılı olamaz, geçimimi sağlayamaz, eğlenip mutlu olamazdım…

Mansur’u o karanlık hücresinden çıkartamamış, onu eline silah almaya zorlamayan, barış dolu bir dünyaya kavuşturamamış, marşlar eşliğinde yürüdüğüm bir tören provasında bana kendini asmadan önce yazıp gönderdiği veda mektubunu sadece ağlayarak okumuş, sonra da onu ve suçumu unutmaya kendimi zorlayarak hayatıma kaldığı yerden devam etmiştim…

Hayır, hayatıma son vermeyecektim. Bu güne dek yazdıklarım ve söylediklerim hayatı değiştirmeye yetmemişse de, yine de bunu yapmaya hakkım yoktu… Bunu yaparsam en büyük haksızlığı Mansur’a yapmış olacaktım… Çünkü Mansur benim yerime kendini feda etmişti… O koşullarda elinden en çok bu geliyordu onun… Öyküsünü bana emanet etmişti… Ve o öykünün içinde bütün insanlığın kurtuluşu gizliydi… Herkesin Mansur gibi yaşadığı bir dünyayı hayal etsenize… Kimsenin eline silah almak istemediği ve gerekirse bunun için hayatından bile vazgeçmeyi göze aldığı bir dünyayı…

 Ve Mansur’u hiç bu kadar özlememiştim…

 Sahi bir diş, bir tırnak değil, bir mendil niye kanar?..

Önceki ve Sonraki Yazılar
Cezmi Ersoz Arşivi