İbrahim Ekinci

İbrahim Ekinci

Olsa bir 128 milyar dolar daha satacak

'Çok pahalı bir dersti' ama o ders alınmamış. Merkez Bankası iyiden iyiye Beştepe personel şubesine çevrilmiş durumda. Hani olsa bir 128 milyar dolar daha sattırılacak.

Erdoğan’ın ekonomi hocalarının 128 milyar dolar çarçur edilmiş rezervler konusunda kamuoyuna bir açıklama borcu var: Merkez Bankası döviz rezervi ile deprem damı yapılıyor muydu?

Deprem için harcama kaynağı deprem vergileri ve bütçe değil miydi? Eğer devlet meteliksiz kalmamışsa, normal şartlar altında deprem ve altyapı gibi işler bütçeden karşılanmaz mıydı?

Cumhurbaşkanı, "128 milyar dolar nerede" diye soran muhalefetin "iş ve hesap bilmezliğini" yüzüne vurduktan sonra (her ne kadar bu arada öyle büyük bir deprem yaşamamış olsak da) rezervleri deprem ve altyapı konularına harcadıklarını söyledi çünkü. 

Olay TRT’de geçiyor.

Cumhurbaşkanı, daha önce de söylemişti, "Benim branşım ekonomi" demişti. TRT yayınında yine hatırlattı, "Ben ekonomistim" dedi. Kendisine ekonomiyi kim öğretti, bilmiyoruz. Ama artık hocalarının ortaya çıkıp bu "faiz sebep – enflasyon sonuç" teorisinin literatürünü açıklamaları, bir yanlış anlama varsa düzeltmeleri gerekir. Şakası yok, iş kötüye gidiyor çünkü; Erdoğan, aynı yayında, "Ben yine aynı iddianın peşindeyim" de dedi. Yani düşük faiz uğruna olsa bir 128 milyar dolar daha satılabilecek.

Hocalar açıklamalı. Bu "faiz sebep – enflasyon sonuç" teorisi hangi temel iktisadi akıma giriyor? Ben iktisatçı değil, gazeteciyim, bilmiyorum. Bilenler bir açıklasa olmaz mı? Bu Klasik iktisada girmiyor. Neo Klasik desek, değil. Keynesyen, Post Keynesyen değil, Merkantilist, Monetarist değil. Marksist hiç değil. Bu teorinin bir babası, anası var mı? Bu konunun aydınlığa kavuşması gerekiyor çünkü bu "yerli milli" konuşmalar her defasında "yerli – milli" parayı pula çeviriyor. Geçen, yayından sona yine böyle oldu. Dolar 8.5 TL seviyelerinden 8.80 seviyelerine fırladı.

Erdoğan’ın doları 8.8 liraya taşıyan cümlesi şöyle: "Bugün de Merkez Bankası başkanımızla görüştüm. Yani bizim bir defa faizleri düşürmemiz şart."

450 milyar dolar dış borcu olan bir ülkede böyle konuşmalar, sert kur yükselişlerine yol açıyor ve o da dış borcun TL karşılığını, yükünü 50 – 100 milyar lira artırabiliyor. Yalnızca dolar borcu olan şirketler, vatandaşlar değil herkes, hepimiz, tüm vergi mükellefleri de faturayı ödüyor. Çünkü devletin de toplamda 200 milyar dolara yakın döviz cinsi borcu var. Hazine içerden bile dolarla borçlanıyor.

Dört koldan kaybediyoruz.

Bir, döviz cinsi borç ödemeleri, kur arttıkça vergilerimizin daha büyük bir kısmını yutuyor.

 

İki, kur arttıkça (bazı hesaplamalara göre yüzde 40’ı enflasyona geçiyor ve) hepimiz yüksek kurun faturasını yüksek enflasyon olarak ödüyoruz.

Üç, hizmet ve mal fiyatları yabancılar için ucuzluyor. Bir yabancı turist daha önce 5 bin dolara aldığı seyahat paketini şimdi 4 bin dolara alabiliyor. İhracatçı 100 dolar karşılığı olarak şimdi daha fazla mal gönderiyor. Bir restorancı bir porsiyon şiş kebabını yine 50 TL’ye satıyor ama karşılığında daha az döviz alıyor.

Dört, Türkiye’nin bütün varlıkları, servetleri başka ülkelere kıyasla ucuzluyor. Daha önce 100 bin dolara iki odalı bir daire alabilen yabancı şimdi üç odalısını alabiliyor. Diyelim 100 milyon dolar eden şirket 75 milyon dolar ediyor!

Kısa gün zararı mı demeli?

Ve… Merkez Bankası Başkanı Kavcıoğlu, apartopar yatırımcılarla toplantı düzenleyerek, her ne kadar Cumhurbaşkanı söylemiş olsa da faiz indiriminin gündemlerinde olmadığını anlatmaya, ortalığı yatıştırmaya çalışıyor. "Enflasyonda kalıcı düşüşe işaret eden güçlü göstergeler oluşana (…) kadar politika faizini (…) gerçekleşmiş ve beklenen enflasyonun üzerinde oluşturmaya devam edeceğiz" diyor. Dolar 8.60 TL!

Eğer; ekonominizi 70 sente muhtaç duruma getirmişseniz,

Üç - beş dolar kazanalım diye vatandaşınızın maskesine "aşılıdır" damgası vuracak kadar dış sermaye ve döviz girişine bağlıysanız…

O zaman Merkez Bankası’na şahsi fonlarınızı yöneten bilmem ne bankasının Beştepe Personel şubesi muamelesi yaptığınızda telefon hattından yalnızca talimatınız değil memleketin milyarları da uçup gider.

Erdoğan, TRT yayınında diyor ki, "Yani bizim bir defa faizleri düşürmemiz şart, onun için de yani temmuz-ağustos, buraları bulacağız ki faiz düşmeye başlasın. Çünkü faiz yükünü yatırımların üzerinden kaldırırsak, maliyetlerin üzerinden kaldırırsak, ondan sonra maliyet enflasyonunu tetikleyen faiz olduğu için orada da bir rahatlama dönemine inşallah girmiş olacağız. Çünkü bütün mesele o maliyet enflasyonundan faiz yükünü kaldırmaktır."

Yani Merkez Bankası’na faizi düşür talimatı vermiş. Bankadakiler bir iki ay sabır rica etmişler. "Temmuz – ağustos gibi" demesinin nedeni muhtemelen bu. Enflasyonun bu arada zirve yaptıktan sonra temmuz – ağustos gibi belki bir miktar geri çekilmesi bekleniyor. Ama bekleniyor! Yüzde 20’ye gider diyen analizler de var. Zamlar yağmur gibi yağıyor. Dünyada emtia fiyatları uçmuş durumda. Taşımacılık fiyatları uçmuş durumda. Araştırmalara göre enflasyonu faizden daha çok etkileyen döviz kuru tarihi zirvelere çıkmış durumda. Üretici enflasyonu yüzde 35 seviyesinde! Dünyada enflasyonist bir dalga var. ABD enflasyonu bile yüzde 6’lara gidebilir…

Benim gibi ekonomist olmayanlar dahi bilir ki piyasacı kapitalist sistemde enflasyonu yüzde 20’lere doğru zıplattıktan sonra yüzde 19 olan politika faizin indirirseniz TL varlıklardan kaçışa yol açar, TL’nin değerini kaçınılmaz olarak daha da düşürür, 8,6 TL’ye yükselmiş kuru daha da azdırırsınız. Bu da kırılganlığı artırır, ekonomiyi yeni şoklara sürükler. Sonra dönüp dış güçler masalı anlatılsa bile faturasından kaçınılamaz.

Elbette faizler düşmelidir. Düşürülmelidir. Ama faiz seviyesinin enflasyonun altına olması halinin yolaçabileceği sonuçlar varsayımsal değil matematiktir. Benim anladığım aslında Erdoğan, ucuz kredi ile büyüme havası, hareketliliği peşindedir. Çünkü eğer kendi teorisine inansaydı, ilk fırsatta faizleri sıfıra indirdi ve biz enflasyonun da sıfıra inmesini beklediğimiz bir ülkeye uyanabilirdik.

 

Sorulur mu hiç? Nerede görülmüş!

 

TRT’de şöyle dedi Cumhurbaşkanı Erdoğan:

"Diyorlar ya 128 milyar dolar nereye gitti? Yani Merkez Bankası’nın parasının nereye gittiği sorulur mu? Bunların hesabı kitabı yok, bunlar anlamaz bu işlerden. Ne hesaptan anlarlar ne kitaplar anlarlar. Bu kadar altyapı yatırımları, bu kadar üstyapı yatırımları, bütün bunlarla beraber bu süreç içerisinde geçirdiğimiz depremler, felaketler… Yakın zamanda ülkede yaşanan depremler oldu. Hiç soruyorlar mı buraya bu paraları nereden buluyorsunuz? (…) Bunları maalesef sorma hakkını kendilerinde bulabiliyorlar."

Dünyanın en zengin ülkelerinden biri olan Norveç’te başbakanın 300 euro’luk (360 dolar!) kahvaltı harcaması hakkında soruşturma açıldığını okuduğumuz günlere denk geliyor bu açıklama. Norveçliler "yurttaş" olduklarını hissediyor. Ama Cumhurbaşkanı bizim, "128 milyar dolar nerede? Bu rezervler eritilirken arada fırsatçılara avantajlar sağlandı mı?" diye sorma hakkı olan "yurttaşlar" olmadığımızı düşünüyor. Bu da açıktır ki aklındaki sistem tasavvuruna yaslanıyor. Bunu da çok parti – tek parti açıklamalarından anlıyoruz.

 

Soru da sevmiyor, çok parti de

 

Yalnızca parlamenter sistemi değil "çok partili" sistemi de hazzetmiyor. Sürekli kendisinin iktidar olmasıyla şartıyla ama belki bir parti daha… "Biz de demokrasiyiz" demenin dayanağı da olur.

Konuşmasında "çok parti" derken çok partili koalisyonları mı kasetti acaba? 40 yıllık siyasetçi bu iki kavramı birbirine karıştırıyor olamaz. Sanki asıl koalisyonlara karşı olduğunu vurgulamak istiyor ama bunun "çok partili yapı"ya karşı olmaya uzanan bir boyutu da var. "Gazeteciler" sorularla açmadığı için tam ne kastettiği pek anlaşılmıyor. Koalisyona mı karşı, yoksa çok partiye mi? Tek parti sistemi mi istiyor?..

Gerçi toplam siyasetinden şurası anlaşıldı, Erdoğan öyle soru filan soran demokrasi sevmiyor. Benim anladığım Cumhurbaşkanı, aslında kendisi varsa (bu "istikrar" demek oluyor zaten!) partiler de dahil başka her şeyin gereksiz olduğunu düşünüyor. İnisiyatif kullanan, kendi kanun ve yönetmeliklerine mevzuatlarına göre kendisi iş gören kurum da istemiyor. Tamam olsunlar, olmaları da lazım ama herkes, kamunun bütün kurumları, daireleri, şubeleri her sabah açılsın ve tensiplerini beklesin istiyor.

Hülasa… Bu manzara karşısında Türkiye’de sorunu basın açıklamalarının, protestoların engellenmesi, siyasi parti faaliyetlerinin kısıtlanması olarak görmek büyük hata olur. Cumhurbaşkanı’nın açıklamaları, Türkiye’de süreci hesap verme sorumluluğu olmayan tek parti, tek adama doğru ilerletmek istediğini ortaya koyuyor. O halde muhalefetin her bir partisi, muhalefet faaliyetini, "demokrasi mücadelesi" köküne oturtmak, bunun için de demokrasiden yana bütün kesimleri birleştirmek zorunda olduğunu anlamalıdır. Bugün halen bunun yarısı eldedir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
İbrahim Ekinci Arşivi