Bilmez Hocadan Tarih Tersleri

Bilmez Hocadan Tarih Tersleri

Batı etkisi veya emperyalizm dayatması

AKP önderliğinde 2002 seçimleri sonrasında söken yalancı şafağın on yıl içinde tedricen geceye evirilmesini anlamak için, konuyu küresel düzeyde popülist otoriterliğin yükselişi ve bölgesel düzeyde yaşanan büyük altüst oluşlar bağlamında ele almak şarttır

Türkiye demokrasi tarihinin dönüm noktalarında karşımıza çıkan asli meselelerden biri olarak Batı etkisi veya emperyalizm dayatması argümanı, Türkiye’ye özgü değildir.

Dış mihraklar retoriğine dayalı bu argüman, tipik bir üçüncü dünya ergen hastalığı olarak daha önce dikkat çektiğim antiemperyalizm takıntısıyla yakından ilişkilidir: 1865-76 arasında yazdıklarıyla Genç Osmanlılar’dan başlamak üzere, reformist ve muhafazakâr neredeyse tüm modern Osmanlı aydınlarının farklı oranlarda ve şekillerde savunduğu orijinallikten uzak sentezcilik anlayışı, bugüne kadar en sağından en soluna kadar düşün hayatımızın temel unsurlarından biri olmuştur. Bu anlayışın sonucu olarak (İslamcılık ve Osmanlıcılık karışımı) millilik, Cumhuriyet döneminde de Türkçülük eklenmiş şekilde varlığını sürdürmüştür.

Bugün AKP-MHP popülizminin temel direğine dönüşen ‘yerli ve milli’ retoriği, daha doğrusu safsatası da geçmişte neredeyse her çevrenin sahiplendiği bu geleneğe dayanmaktadır. (Yerlilik kavramının çağrıştırdığı Anadoluculuk, bu retoriğin tamamen görmezden geldiği ‘devrimci bir sapma’ olarak ayrıca ele alınmayı hak etmektedir.)

İki yüzyıllık süreçte farklı retoriklerle karşımıza çıkan tipik taşra/periferi tepkisi veya üçüncü dünyalılık sakilliğinin özgün tezahüründen ibaret bu geleneğin parçası olan antiemperyalizm anlayışı, demokrasi tarihimizin dönüm noktalarında Batı etkisi veya emperyalizm dayatması tartışmalarını hem söz konusu dönemde hem de sonradan sürekli gündeme getirmiştir. Oysa mesele, küreselleşen modern dünyada doğal bir gelişme olarak, herhangi bir ‘yerel’ gelişmenin sadece daha önce olduğu üzere kısmen bölgesel bağlamın değil, aynı zamanda ve tamamen küresel bağlamın parçası olmasından ibarettir.

Bazen İslamcı muhafazakâr çevrelerde karşımıza çıkan klasik Osmanlı üstünlük kompleksinin kırıntıları ve daha yaygın ve etkili bir şekilde Batı’ya karşı aşağılık kompleksi, maalesef bu karmaşık bağlamın diyalektik ve bütüncül analizini engellemektedir. Bu engellenmenin derecesine göre, ergen kolaycılığı olarak üçüncü dünyacı antiemperyalizm takıntısı etkili olmaktadır.

Anayasal boyutuyla demokrasi tarihinin başlangıcı olarak görülebilecek olan Tanzimat (1839) ve Islahat Fermanı’ndan (1856) başlamak üzere neredeyse her dönüm noktasında Batı’nın dolaysız etkisi ve hatta müdahalesi iddiaları hiç eksik olmamıştır. Daha önce listelediğim, demokrasi tarihimizin altı dönüm noktasına teker teker baktığımızda, bazen açıkça ve doğrudan, bazen de dolaylı ve zımnen karşımıza çıkar bu gerçek.

*****

Nitekim, demokrasinin birinci şafağı kabul ettiğim 1876-78 (I. Meşrutiyet) dönemi, aslen 1876 darbesinden önce başlayan borç krizi ve özellikle Balkan krizi sonucunda ortaya çıkmıştır. Meşrutiyet rejimin iki temel dayanağından birini oluşturan anayasanın ve dolayısıyla Meşrutiyetin (anayasal monarşinin) ilanı da İstanbul’daki Batılı büyükelçileri bir araya getiren Tersane Konferansı’nın ilk günü olan 23 Aralık 1876’da teatral bir gösteriyle duyurulmuştur. Balkan krizini ve bunu bahane ederek bölgeye askeri müdahalede bulunmaya hazırlanan Romanov İmparatorluğu’nun [Rusya] iddia ve taleplerini görüşmek üzere Kasımpaşa’daki Bahriye Nezareti binasında bir araya gelen Düvel-i Muazzama (Büyük Devletler veya Süper Güçler) elçileri, anayasayı ilan eden top sesleri ve Hariciye Nazırı Saffet Paşa’nın şovuyla karşılaşmıştır. Hesaba göre, ilan edilen anayasa sayesinde Balkan Hıristiyan halklarının güvencesi altına alınmış olması sayesinde bulunan yerli ve milli çözüm, askeri müdahaleyi engelleyecektir.

Bu hesabın tutmadığını, şovun onur kırıcı bir tepkiyle karşılaştığını ve devam eden konferans görüşmelerinden çıkan Osmanlı için kabul edilemez koşulların 93 Harbi olarak bilinen 1877-78 Osmanlı-Romanov Savaşı’nı engellemediği iyi biliniyor. Ayastefanos/Yeşilköy önlerine kadar gelen Romanov orduları, İstanbul’un kapılarına dayanarak sadece Osmanlı tarihinin en büyük felaketlerinden ve dönüşümlerinden birine yol açmadı. Bu felaket, aynı zamanda anayasal parlamenter monarşi olarak Birinci Meşrutiyet’in sonunu getirdi.

Demokrasinin birinci şafağının başlangıcında da sonunda da dış mihrakların (!) rolü belirleyici olmuştur diyebiliriz; ancak Osmanlı bağlamı da en az o oranda belirleyicidir. Konumuz açısından önemli olan, demokrasinin ilk şafağının sökmesi bağlamında anayasanın ilanında göze girme çabası bile, Batı’nın rolünün olumlu olduğunu göstermektedir.

*****

Demokrasinin ikinci yalancı şafağı olan 1908 sonrası birkaç yılı başlatan 10 Temmuz 1324 inkılabının (23 Temmuz 1908 devrimi) arkasında hangi Batılı devletin olduğu sorusu, ilk aylarda özellikle Batılı diplomatlar için önemli muammalardan biri olmuştur. Bugünden bakıldığında, anayasal parlamenter monarşi sınırları içinde demokratikleşme sürecini (yeniden) 1908 yılında başlatan gelişmeler de 23 Ocak 1913 tarihinde Babıâli baskını sonucunda geceye evrilme sürecini bitirenler de Batının dolaylı müdahalesinin sonucu olarak okunamaz.

Ancak 1908 şafağını doğuran da sadece bölgesel değil aynı zamanda küresel bir mesele haline gelen ve dar bölgede yoğunlaşmış Balkan krizi devamı olarak görülebilecek olan Makedonya krizi olmuştur. Devrimin en önemli aktörü olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin başarısı da Abdülhamit’in nihayet pes ederek anayasayı raftan indirmeye ve parlamentoyu yeniden toplamaya zorlayan Firzovik toplantısı (Haziran-Temmuz 1908) da Makedonya krizine dayanır.

Şafağın demokrasi yerine diktatörlüğe evrilmesi sürecinde önemli rol oynayan 31 Mart 1909 darbe girişimi, 1912 sopalı seçimleri, 1912-13 Balkan Savaşları bağlamında 1913 Babıâli baskını ve nihayet 11 Haziran 1913 Mahmut Şevket Paşa suikastı gibi belirleyici gelişmelerin arkasında dış mihrak aramak anlamsızdır. Ancak anayasal parlamenter monarşiye geçiş anlamında demokrasi şafağının sökmesinde dolaylı olsa da Batı’nın etkisi olumlu olmuştur.

*****

Demokrasinin üçüncü şafağı olan 1920-23 Birinci Meclis dönemi (veya Meclis Devleti dönemi) söz konusu olduğunda, Batı’nın etkisi argümanı en bariz şekilde ortaya çıkar. Ancak bu argüman, hikâyeyi tepetaklak eden antiemperyalizm takıntısı nedeniyle, yaşanan görece demokratik süreci işgalci Batı’ya karşı ‘kurtuluş savaşı’ bağlamında ortaya çıkar.

Üçüncü şafağın yaşandığı döneme verilen alternatif isimlerden biri olan Türk Kurtuluş Savaşı’nın ne kadar Türk olduğu, kimin kimden kurtuluşunun ve kimin kiminle savaşının söz konusu olduğu, kurucu mitlerden biri olarak ayrıca ele alınmalıdır.

Ancak konumuz bağlamında şunu söylemek gerekiyor ki demokrasi tarihinin temel dayanağı olan parlamentonun (TBMM) 23 Nisan 1923’te görece çoğulcu bir anlayışla kurulmuş olmasına ve belki bugüne kadarki en demokratik anayasanın (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu) 20 Ocak 1921’de kabul edilmesine ek olarak, o zamana kadarki en büyük devrimci adımın da atılması ve 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılmasıyla doruğuna çıkan bu süreçte Batı’nın etkisi olumsuz değil tamamen olumludur.

Her şeyden önce, Birinci Dünya Savaşı ve sonrasındaki yeniden düzenleme arayışları, yani bölgesel ve küresel bağlam üçüncü şafağın ortaya çıkmasında birinci derece rol oynamıştır.

Demokratikleşme sürecinde (tüm rezervler bir yana) önemli sıçrama anlamına gelen Ankara merkezli (Rıdvan Akın’ın deyişiyle) TBMM Devleti döneminde, demokratikleşme yönünde atılmış adımlar Batı’ya rağmen atılmış değildir. Tersine kendisini Batı’ya (ve kısmen Bolşeviklere) kanıtlama çabası, o güne kadarki Osmanlı demokrasi mücadelesi birikimi kadar etkili olmuştur.

1922’de doruğa çıkan başkomutanlık ve diktatörlük ilişkisiyle ilgili tartışmalardan sonra, Nisan 1923’te Meclis’in kendini feshi ve İkinci Meclis’in Ağustos 1923’te toplanmasıyla devam eden tek adam ve tek parti rejimine geçiş süreci, Ekim 1923’te Cumhurreisi ve Cumhuriyet Fırkası hakimiyetinin ilanıyla sonuçlandı.

Temmuz 1923’te batılı muzaffer devletlerin Lozan’da onayladıkları, sadece savaş dönemi suçlarının üzerine sünger çekme kararı değil, aynı zamanda Sovyetler karşısında Batı dünyasında yer alma konusunda 1921 yılından itibaren giderek daha açık tavır sergileyen ve garantiler veren yeni rejimin de onayı anlamına geliyordu.

Bu adımların hiçbirinde Batı’nın olumsuz etkisi veya rolü olduğu söylenemez.

*****

Demokrasinin dördüncü şafağı olarak kabul ettiğim 1950 sonrası birkaç yıllık dönem de makro düzeyde İkinci Dünya Savaşı (1939-45) sonrası inşa edilen yeni dünya düzeninin, mikro düzeyde Ankara’da İsmet İnönü ve CHP’nin Batı blokunda yer alma kararının dolaysız sonucudur.

Aslen 1946 yılında başlayan müesses nizamın sahibi CHP kontrolünde çok partili sisteme geçiş süreci, beklenenden hızlı ve radikal sonuçlar ortaya çıkararak 14 Mayıs 1950 seçimleri sonrasında CHP’nin muhalefete geçmesiyle sonuçlanmıştır. Ardından seçimin açık muzafferi Demokrat Parti (DP) önderliğinde, (1908-909 dönemini hatırlatan) temsili demokrasi çerçevesinde özgürlüklerin yerleşmesi umudu, yalancı şafak olmanın ötesine geçmemiştir.

1945 sonrası yeni dünya düzenine ayak uydurma çerçevesinde gecenin sonuna gelindiği umudu ve 1950 seçimleri sonrasında nihayet gündüzü getirecek bir şafağın doğmasında Batı’nın olumlu etkisi açık ve dolaysızdır. ABD önderliğindeki Batı dünyasında hakim olan antikomünizm furyası ve demokrasi fırtınası (1945-50), Türkiye demokrasi tarihinde belirleyici rol oynamıştır.

Ancak DP’nin oy kaybına uğradığı 1953 seçimleri sonrasında inşa edilmeye başlanan (II. Meşrutiyet benzeri) çok partili rejimde tek parti diktatörlüğü ile birlikte bu sürecin sonlanmasında dış mihraklar (!) aramak pek anlamlı değildir.

*****

Demokrasinin beşinci şafağı olarak 1960 sonrası döneme gelince, 1960 askeri darbesiyle başlayan bu süreçte küresel ve bölgesel (Ortadoğu) bağlamın dolaylı belirleyiciliği genelde kabul edilmektedir. Ancak, DP diktatörlüğünün sonlandırılmasında uluslararası konjonktürün ve özellikle SSCB ile başlatılan âşık kıskandırma amaçlı yakınlaşmanın (flörtün) etkisi, ayrı bir tartışmanın konusudur.

1971 darbesiyle kesintiye uğrayan ve 1980 askeri darbesiyle son bulan, demokrasi tarihinin bu en uzun şafağının başlamasında ve bitmesinde Batı’nın dolaysız rolü veya müdahalesi söz konusu değildir. Ancak gece ve gündüzü içinde taşıyan alacakaranlıklar dönemi olarak gündüzü bir türlü doğuramamış veya kalıcı kılamamış olan bu dönemde yaşananların tamamı sadece küresel bağlam içinde anlaşılabilecek gelişmelerdir.

Özelde, bu dönemin küresel Büyük Biraderi konumundaki ABD ise 1950lerden itibaren Türkiye demokrasi tarihinde en önemli dış aktörlerden biri olarak öne çıkmıştır. Ancak üçüncü dünyacı paranoyak bir karşıtlıkla tüm olumsuz gelişmeleri ABD’ye veya Avrupa’ya bağlamak, karmaşık iç dinamikleri ihmal eden ergence bir antiemperyalizm anlayışına götürür.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD başta olmak üzere Batılı güçlerin (antikomünist paranoyalarının parçası olarak) dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’deki neredeyse her darbenin arkasında olduğu veya hiç olmazsa onayladığı doğrudur. Ancak demokratik dönüm noktalarındaki rolleri de tüm karmaşıklığıyla birlikte diyalektik bir bakışla ele alınmalıdır.

*****

Son olarak, demokrasinin altıncı şafağı olarak AKP önderliğinde 2002 sonrası birkaç yıla baktığımızda, dışsal faktör olarak Avrupa Birliği üyeliği umudunu, şafağın sökmesinde en önemli etkenlerden biri olarak görmekteyiz.

Bu tarihsel bağlam içinde bir AKP dönemi analizi yapmayı bir başka yazıya bırakmak zorundayım. Ancak bu yazıyı bitirirken şunları söylemek isterim: 1990’lar sonrası küresel düzeyde popülerleşen neoliberal demokrasi ve çoğulculuk dalgasında, İslam dünyası için model ülke olarak görülen Türkiye’de AKP önderliğinde 2002 seçimleri sonrasında yeni bir yalancı şafağın söktüğünü görüyoruz. Gündüzü getirmeyen bu şafağın on yıl içinde tedricen geceye evirilmesini anlamak için, konuyu küresel düzeyde popülist otoriterliğin (çoğunlukçu demokrasinin veya rekabetçi otoriterliğin) yükselişi ve bölgesel düzeyde yaşanan büyük altüst oluşlar bağlamında ele almak şarttır.

Popülist otoriterliği anlamak için de 20. yüzyılda hakim olan elitist rejimleri ve ideolojileri daha radikal bir eleştiriye tabi tutmak gerekiyor, ama şu anda bundan çok uzağız.


Bülent Bilmez: Lisans eğitimini ODTÜ Ekonomi bölümünde, doktorasını Berlin Humboldt Üniversitesi’nde tamamlayan Prof. Dr. Bülent Bilmez, 2005 yılından beri İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. 30 yıla yakın hocalık sürecinde, daha önce Almanya’da (Berlin Freie Universitaet), Arnavutluk’ta (Elbasan Alexander Xhuvani Üniversitesi), Kosova’da (Prishtina Üniversitesi Yaz Okulları) ve Türkiye’de değişik üniversitelerde dersler verdi. Bir dönem Tarih Vakfı Başkanı olarak görev yapan Bilmez’in araştırma ve ders konuları şunlar: Modernleşme/(az)gelişme, emperyalizm ve küreselleşme teorileri; son dönem Osmanlı modernleşme süreci ve bu bağlamda modern kolektif kimlik inşa süreçleri ve modern Balkan (özellikle Arnavut/luk) tarihi ile Türkiye Cumhuriyeti tarihi; Türkiye’de azınlıklar ve bu bağlamda sözlü tarih, kolektif bellek ve geçmişle yüzleşme. (İletişim için: [email protected])

Önceki ve Sonraki Yazılar
Bilmez Hocadan Tarih Tersleri Arşivi