Evren’in tabloları, Cumhuriyet’in Yüzyılı

12 Eylül’den sonra Sabancı’nın ve Koç’un aldığı Kenan Evren tablolarının şimdi hangi duvarlarda asılı olduğunu veya başlarına ne geldiğini merak ediyorum. Bu sorunun cevabının, Cumhuriyet’in ikinci yüzyılı için derin bir anlamı olduğunu düşünüyorum.

Kenan Evren’in yüzünü ilk gördüğümde 10-12 yaşlarındaydım. Yaşadığımız kasabaya gelmişti ve öğretmenler hepimizi Evren’in konuşma yapacağı kasaba meydanına çıkan yolun kenarında, ellerimize tutturdukları küçük bayraklarla hazır ola geçirmişlerdi. E malum paşa tüm topluma “hazır ol” komutu vermişti ve çocuklar bundan azade değildi.

Amerikan malı Chevrolet arabası ve korumalarıyla önümüzden geçerken salladığı elin arkasındaki o bembeyaz yüzü hiç unutmadım. Kireç gibiydi yüzü, belki de kavruklardan oluşan kasabımızda bu kadar beyaz birini hiç görmeyişimin şaşkınlığıydı yaşadığım.

Korkmuştum sanırım. Kireç ile onun yüzünü birbirine eşleştirmiş olan hafızam beni yanıltmıyorsa, o gelmeden geçeceği güzergâh üstündeki tüm evler de kireçle sıvanarak tertemiz yapılmıştı.

Darbenin tüm ülkeyi temizlediğine inanmanın metaforik gücünün en somut hali beyaza boyanmış evlerin duvarları olmalıydı.

Evlerin içinde ise “yerin kulağı vardır” korkusuyla, ihbar kurbanı olmamak için fısıltılarla konuşan anneler, babalar, amcalar, dayılar yaşıyordu. Yaşamayanlar ise ya toprağın altında, ya cezaevinde, ya da arananlar listesindeydi. Radyodan akrabamızın ismini bir kez duyduğumu hayal meyal hatırlıyorum. Belki de evde fısıltılarla konuşulan şeyi radyodan duyduğumu sanıyorumdur. Herkesin kafasının karışık olduğu bir dönemde büyümüş bir kuşağın böyle hafıza hileleriyle çok baş başa kaldığına eminim.

Hafızanın bilince dönüşmesiyle, duyulan merakların artması arasında bir bağ oluyor her zaman.

Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına girerken bana Kenan Evren’i hatırlatan şeyin okuduğum iki haber olduğunu buraya not düşmeliyim.

Bunlardan ilki “Güler Sabancı yazdı” başlığıyla düştü karşıma;

“Cumhuriyet bizim için bir yönetim şekli değil, bir yaşam biçimidir.” Diyordu Güler Sabancı yazısında.

“Hudutsuz düşünmektir” diyordu.

“Cumhuriyet gençlere inanmaktır, güvenmektir. Ve bunu onlara hissettirmektir. Onları cesaretlendirmek, fırsat vermektir. Onların hayallerine ortak olmaktır.” Diyordu.

“Sanata sahip çıkmaktır.” Diyordu.

Ve bir başka haber, Cumhuriyet Balosu’na ev sahipliği yapan Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ömer M. Koç’un yaptığı konuşmadan alıntılar

Cumhuriyet’in bir aydınlanma ve medeniyet projesi olduğunu ve de bilhassa kimsesizlerin kimsesi diye söylediğini bildiriyordu haber.

Güler Sabancı’nın yazısının, Koç’un konuşmasından çok daha ileri ve özgürlükçü betimlemelerle dolu olduğunu söylemem ve hakkını vermem gerekiyor. Ömer M. Koç’un ise daha hamasi ve sloganlı bir konuşma yaptığını, haberi bulup okuyan dikkatli bir okuyucu hemen fark edecektir ama elbette konumuz bu farkın ortaya konması değil.

Sermayenin bu iki başat aktörünün ifadelerinin içinde gezinirken bana Kenan Evren’i hatırlatan asıl şey Güler Sabancı’nın “Sanata sahip çıkmaktır” sözü oldu. Ömer M. Koç’un Cumhuriyet için “kimsesizlerin kimsesi” tanımlaması ise sanırım tuzu biberi...

Kenan Evren yıllar sonra emekli darbeci bir Cumhurbaşkanı olarak kendini resim yapmaya adadı. Ortaokul birinci sınıfta başlayan bu ilgisine 1989’da emekli olunca geri dönmüştü. Cumhuriyet nelere kadir işte!

O artık ülkenin resmi “ressam dede” siydi.

Bir darbeciden “ressam dede” figürü yaratan medyanın parmak şaklatıcıları, o nereye gitse, ne yapsa yere göğe sığdıramıyor, manşetlerini onun ayakları altına seriyorlardı.

Yaptığı resimler havada kapışılıyordu K. Evren’in. En sadık alıcıları ise sermayenin önde gelen isimleriydi.

(Bir dost sohbetinde ifade edilmiş “Onlar burjuva değil sadece zengin” sözü kulağımda çınlıyor hala. Tam yerine denk geldi bu yanıyla.)

Ve evet, ilk resmini 1991 yılında kendi ismini taşıyan lisede yapılan açık artırmada, dönemin parasıyla 50 milyon Türk lirasına alan Sakıp Sabancı oldu.

Bir başka tablosunu ise 1992 yılında Koç grubu 110 milyon Türk lirasına aldı.

1993 yılında bir sergi açtı ve o sergide “Anne sevgisi” adlı tablosunu Muharrem Eskiyapan (Nuh Cimento) 500 milyon liraya satın aldı.

Kireç yüzlü adamın, New York’ta bir müzede Pablo Picasso’nun resimleri ile karşılaşınca, onlara bakıp “Bunları ben de yaparım” diyecek kadar özgüven patlaması yaşaması boşuna değilmiş meğer.

“Cumhuriyet sanata sahip çıkmaktır” diyen Sabancılar ile “Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesidir” diyen Koçların hiç yalnız bırakmadığı bu darbeci, Cumhuriyetin hangi “yüce değer” kısmına denk düşüyor, belki bir gün Türkiye toplumuna anlatırlar.

Ama benim asıl merakım, Sabancı’nın ve Koç’un aldığı bu tabloların şimdi hangi duvarlarda asılı olduğu veya başlarına ne geldiği.

Bu sorunun cevabının, Cumhuriyet’in ikinci yüzyılı için derin bir anlamı olduğunu düşünüyorum. Nasıl bir Cumhuriyet sorusunun cevabı, o tabloların başına ne geldiğinde saklıdır belki.

Tam da bu nedenle, benim açımdan Cumhuriyet’in birinci yüzyılının başlangıcı, sanırım evin içinde dahi fısıltıyla konuşan annemin ve babamın korkusuna tanıklık etmemle başlıyor. Bunu idrak ettiğim an olarak işaretleyebilirim o tarihi.

Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında, kireç yüzlü adamın satın alınan o tablolarının başına ne geldiğini bilmek, yeni bir kuşak için neden bir başlangıç olmasın ki?

Elbette bu, bir ironiyi de içinde barındırıyor. Cumhuriyet’in kaderini ve yarınını belirleme mücadelesinde bunların hepsinin bir anlamı var.

Birinci yüzyılın zaman dilimleri içinde ülkenin yaşadıkları, başına getirilenler, iyi ve kötü ne varsa hemen hepsi kişisel tarihlerimizin bir parçası olarak kuşaktan kuşağa taşındı, taşınıyor işte.

Bir yüzyıla bu kadar çok katliam, dehşet sığdırmış bir toplumun normal olmasını kimse beklemiyor elbette ama iyileşmesinin, iyileşebilmemizin bir yolu var hala.

Güce minnet etmeyen bir kuşak için hadi “hudutsuz” soralım;

Nereye astınız o tabloları?


Akın Olgun: Siyasi nedenlerle 7 yıl tutuklu kaldı. 2002’de İngiltere’ye yerleşti. 2009-2015 yıllarında BirGün gazetesinde haftalık yazılar kaleme aldı. Gazete ve haber portalları aracılığıyla düzenli olarak okurlarıyla buluştu. Adları Saklıdır, Ecel Öyküleri, Karanfil Mevsimi, Kül Sesleri ve El Alem adlı kitapları kaleme aldı. Olgun’un “Sokaksızlar” (White) ve “İnat” “Farewell” (Veda) adlı öyküleri kısa metraj olarak beyaz perdeye aktarıldı ve senaryosunu yazdığı Fısıltılar (Whispers) adlı kısa metraj filmi Feel The Reel Uluslararası Film Festivali’nden üç dalda ödüle layık görüldü.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Akın Olgun Arşivi