İç konuşmaların ertesi

Dayanışma, paylaşma, umut etme, direnme hakkını iktidara teslim etmiş değil hiç kimse. Sadece başa dönmek için uzaklaşmaya, açılmaya ve toprağa çıplak ayakla basmaya ihtiyacı var herkesin ve elbette en çok da kendini yeniden kazanmaya ihtiyacı var.

Behice Tezçakar’ın “Ey sen el yordamıyla yaşadığım / Tuzlu yaram / İştahsız yalnızlığım…” sözlerinde biraz durdum elbette. (2007 Cogito dergisinin 51. Sayısında karşılaştım onunla)

Yalnızlığın iştahsızlığı ile iştahı arasında bir bağ kurmaya çabaladım ama beceremedim. Tam olarak bilemiyorum ama onun da biraz kaybedişin avareliğinden olduğunu düşünüyorum. Bilirsiniz işte, öyle zamanlar olur. Uzaklaşır ve başladığınız yere geri dönersiniz ama dönebilmek için bile önce her şeyden hatta bazen kendinizden bile uzaklaşmanız gerekir. Umursamazlığa vurduğunuz sözleriniz, vaat dolu her siyasi cümleye berduş bakışlarınız ne varsa yani hemen hepsi başladığınız yere döneceğinizi bilmenizdendir.

Tıpkı tatlı suda doğup, okyanus sularına karışan ve sonra doğduğu ırmağa geri dönen ve orada ölen Somon balıkları gibi. Onlar göçmen balıklar kategorisindeler. Peki ya karşı kıyılara ulaşmak için botlara tıkış tıkış binmek zorunda kalan ve denizin dalgaları arasında yitip giden insanlar, insancıklar? Doğdukları yerlere asla bir daha dönemeyecek olanlar yani. “Yorgun şehirlerin vebalıları” olarak karşı kıyıya çıkması tehlikeli sayılan “ötekiler, berikiler” yani.

Evet nerede kalmıştık?

Tahminlerden gerçek anlamda sanırım nefret ediyoruz. Anket dünyasına kabaran ve ağızda biriken küfürlerin yüzde oluşturduğu o tiksintili ekşi hal bu ara herkesin yüzündeki genel ruh halinin bir yansıması olsa gerek. Hadi buna nefret demeyelim fazla aşırı kaçmasın, daha belasız bir tarzda ifade edelim ve “iğreti” diyelim.

Gaipten sesler dönemindeyiz malum. Yenilgilerin iştahsızlığı her alana hızla sirayet etmiş durumda. Özetle genel toplam duymak istemiyor şu an hiçbir şeyi ve herkes üzerinde biriken elektriği topraklayacak bir yer arıyor. Haklılar da.

Kazanmaya büyük inanmış, kazanacağız diyene güvenmiş, omuz vermiş, söz vermiş, emek vermiş milyonlarca insana, yenilginin hemen ardından “kazanacağız” dediğinizde alacağınız cevap elbette “hadi oradan” olacaktır. Yarası taze olana umut vaat etmenin kendini bilmezlik kabulü içine alındığı o anın içindeyiz bu ara. Bunun ne kadar farkındayız emin değilim.

Uzaklardan bir ses, “yahu bıraksınlar da yenilginin yasını yaşayalım, sonra yine direnecek gücü buluruz” diyor ve elbette bunu umut ve direniş çağrısı yapana değil, içinde bulunduğu durumu anlamayan ve küçümseyen davranışa, halden bilmezliğe bir sitem olarak söylüyor. Ne kadar çıplak bir ifade değil mi?

Deprem, ölümler, yıkıntılar ve binlerce insanın acı dolu hikayeleri, seçimler, hakaretler, yalanlar, vaatler, manipülasyonlar, demagojiler, nefret, öfke, hırs… Hepsi ama hepsi sanki hiçbir şey olmamış, yaşanmamış gibi yapılarak doğallaştırıldı. Zehirlendik, kirlendik, yıprandık ve şimdi az da olsa arınmaya çalışıyoruz ve hiç kolay olmuyor bu.

Gazetecisinden yazarına, siyasetçisinden yorumcusuna kadar herkesin vaziyete göre yeniden konumlanmaya çalıştığı, koltuk kapmaca ve pespayeleşme yarışında tırnaklarının cırmalamaya hazır tetik beklediği bir ortamda, derde, tasaya gülümseyen pozlar ile “kazanacağız” dediğinizde, asıl derdin yalnızlığı paylaşmak değil, iştahsızlığı daha da kabartmak olduğunu göstermiş olursunuz.

Kendini ele vermiş olmanın çiğliği beter şeydir, çabuk görülendir ve kokusu en çabuk alınandır malum… Bu ara da kazanan ile kaybedenin kibri arasında bir böcek gibi ezilmemek için kendimizi korumaya çalışıyorsak, biraz da bundandır.

Düşünün ki Erdoğan zafer konuşmasında, Demirtaş’ın ismini binlerce insanın önüne atıyor. On binler kendinden geçmiş bir şekilde “idam, idam” diye hep bir ağızdan bağırmaya başlıyor.

Orta çağ karanlığını resmeden bir anlatı, tarihin tozlu sayfalarından silkelenip 2023’ün Türkiye’sinde canlanıveriyor. “Yakın, yakın, yakın” diye bağıranların arasından o kişi başını kaldırıp Selahattin Eyyubi’ye atıfla bir mesaj paylaşıyor. Neden o kadar uzak bir tarihe atıf yapmak zorunda kaldı sorusu ise hala beynimin ve kalbimin arkasında koşuşturuyor.

Eğer insan sadece kendi sesini duyuyorsa ve yalnız olduğunu hissediyorsa, elbette tarihin içinde bulur en büyük dostluğu, arkadaşlığı, yoldaşlığı değil mi? “Kimse ses çıkarmadı, ses vermedi” diyen Başak Demirtaş’ın sözünün yükü, ağırlığı ortada duruyor bu arada hala.

“Korkuları emziren sancılığım / Esmer tenim / Hayal eden celladım / Ey sen el

yordamıyla yaşadığım /Tuzlu yaram/ İştahsız yalnızlığım...”

Ne çok şey anlatıyor her (/) işareti değil mi? Es vermek icap eder işte arada. Anlamı tartmanın, manayı hissetmenin bir işarete ihtiyacı olur çünkü. Toplumu, halkı anlamak da öyle. Olup biteni anlamadan, manası bulunmadan yapılan her sesleniş kaybolacaktır bu yüzden.

Dayanışma, paylaşma, umut etme, direnme hakkını iktidara teslim etmiş değil hiç kimse. Sadece başa dönmek için uzaklaşmaya, açılmaya ve toprağa çıplak ayakla basmaya ihtiyacı var herkesin ve elbette en çok da kendini yeniden kazanmaya ihtiyacı var.

Ve iradesini mecliste, sokakta temsil etsin diye emek veren, koşturan, ruhunu, enerjisini ortaya koyan, maddi, manevi desteğini esirgemeyen yurttaşların, bu zor dönemde, kendileriyle hemhal olunmasını beklemeleri umarım doğru okunuyordur.

Çok şey mi istiyorlar? Elbette hayır.


Akın Olgun: Siyasi nedenlerle 7 yıl tutuklu kaldı. 2002’de İngiltere’ye yerleşti. 2009-2015 yıllarında BirGün gazetesinde haftalık yazılar kaleme aldı. Gazete ve haber portalları aracılığıyla düzenli olarak okurlarıyla buluştu. Adları Saklıdır, Ecel Öyküleri, Karanfil Mevsimi, Kül Sesleri ve El Alem adlı kitapları kaleme aldı. Olgun’un “Sokaksızlar” (White) ve “İnat” “Farewell” (Veda) adlı öyküleri kısa metraj olarak beyaz perdeye aktarıldı ve senaryosunu yazdığı Fısıltılar (Whispers) adlı kısa metraj filmi Feel The Reel Uluslararası Film Festivali’nden üç dalda ödüle layık görüldü.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Akın Olgun Arşivi