“Kokmuşlar mezarlığı”

Yunan karasularında kaybolan 500 insanın akıbeti, Titanik batığını görmek için küçük bir denizaltı ile okyanusa dalıp hayatını kaybeden 5 milyarder kadar konuşulmadı. Göçmenlerin popüler değeri yoktu. Ölümleri de bu yüzden anlam bulmadı.

Tunuslu balıkçının ağına takılan göçmen cesetlerine dair anlattıklarını muhtemelen unuttuk. Göçmenlerin nefret öznesi haline getirilmesi ile onların başlarına gelen korkunç olaylara karşı oluşan duyarsızlık arasında elbette bir bağ var. Tiksinti, nefret ve bu duygulara yüklenen başıbozuk cümleler, vicdan eşiğini bize her atlattığında daha çok büyüyüp, daha çok insanı aynı duygularda zehirliyor.

Telefonda herhangi bir şeyi kaydırma hızımız kadar artık öteki hayatlar. Bir parmak ucu hareketiyle kaydırıyor ve geçiyoruz. Beğenmeme lüksümüz içinde kalan şeylerden biri de göçmenler bu aralar. Vicdanın ve aklın müthiş şekilde teknik hale gelmesindeki o soğuk telaşsızlık inanılmaz. Her birimizin
parmak ucunun sihirli bir değneğe dönüştürülmesiyle bahşedilen o kutsal gücün içinde, hepimiz yabancısıyız belki de kendimizin.

Balıkçı Usame Dabbebi 3 gün içinde ağına takılan 15 göçmen cesedini sudan çıkardığını anlatıyor BBC’ye ve ekliyor ; “Bir keresinde bir bebek cesedi buldum. Bir bebeğin suçu ne olabilir ki?”
Bizler de aynı soruyu yıllar önce, yani 2015’te Bodrum sahiline vuran 3 yaşındaki Alan Kurdi için sormuştuk; Bir bebeğin ne suçu olabilirdi ki? Derin üzüntümüzün, yerini “tavşan gibi doğuruyorlar”, “her yerdeler her yerde”, “gördükçe içime baygınlık geliyor” şikâyetlerine bırakması için çok
zaman geçmeyecekti. Duygularımızın konjonktüre göre salınan yelpazesi, bir kez daha boşluğu dolduran milliyetçiliği yelleyecekti.

İktidarın bu konudaki politikasına tepki göstermek bedel istiyordu çünkü. Göçmenleri hedefe koyup, her türlü şoven, milliyetçi söylemi onların üzerine boca etmek daha kolaydı ve artık sadece yetişkin olanlardan değil, göze görünen her göçmenden hatta çocuklarından bile nefret ediliyordu. Her şeyin müsebbibi olarak yeni bir “düşman” bulunmuştu. Bu yüzden göçmenlerin haklarını, hukuklarını savunmak, en az onlar kadar tehdit altında olmak demekti artık.

Açlığı ve yoksulluğu bir rekabet aracına dönüştürenler “senin ekmeğinde gözü var” diyerek birbirileri hakkında şüphe yayıp aradan sıyrılmakla kalmıyor, aynı zamanda kasalarının doluşuyla keyifleniyorlar bir güzel. Batı ise, başka ülkelerde kurduğu “vicdan” kumbaralarına koyduğu paralarla göçmenlerin kendilerine doğru olan geliş yollarını kapattırıyor, yamalı botlara istiflenmiş şekilde binip yola çıkanların ise balıklara yem olmasını ve hatta “geri itme” yöntemiyle dalgaların arasında kaybolmalarını seyrediyordu.

Yunan karasularında kaybolan 500 insanın akıbeti, Titanik batığını görmek için küçük bir denizaltı ile okyanusa dalıp hayatını kaybeden 5 milyarder kadar konuşulmadı. Göçmenlerin popüler değeri yoktu. Ölümleri de bu yüzden anlam bulmadı. Birkaç timsah gözyaşı, 5 milyarderin ailelerine başsağlığı dilemek için girilen sıraya bıraktı hızlıca yerini.

5 milyarder “çok büyük kayıp”tı. 500 göçmen ise bir “facia” idi ama “büyük bir kayıp” değildi. İkisinin arasındaki farkı anlamak için hangisinin ne kadar haber olduğuna ve nasıl haberleştirildiğine bakmamız yeterli olacaktır. Tunuslu balıkçıya ve anlatımının en çarpıcı kısmına gelirsek “İlk kez olduğunda
çok korktum ama sonra alışmaya başladım. Bir süre sonra ağdan insan çıkarmak, balık çıkarmaktan farksız hale geldi”
diyor Usame Dabbebi. İnsan ayıplıyor önce bu cümleleri ama sonra zaten tüm dünyanın da farksız bulduğunu düşünüp, çekiyor ayıbını kendi içine. İçine çektiği ayıbın da, tüm dünyanın ayıbından farksız olmadığını anlamak elbette ağır geliyor.

Hasan Hüseyin Korkmazgil’in “kokmuşlar mezarlığı” dediği bu olsa gerek;

“bu kokmuşlar mezarlığı imamlar sofrası bu
omuzlardan omuzlara bu korku tapınakları
akşamla kargalarla nargilelerle
leblebici bakkalbaşı minder minder üçotuzüç
birşey var anlamadığım bu yezit yalanlarda
yarınsa yarın benim beyoğlubeyler
barışsa barış benim beyoğlubeyler
ya siz kimsiniz
kimsiniz ey şimdi müzelerde yerleri belli

eski beyler yeni beyler bey eskileri”

Evet, kimiz biz?


Akın Olgun: Siyasi nedenlerle 7 yıl tutuklu kaldı. 2002’de İngiltere’ye yerleşti. 2009-2015 yıllarında BirGün gazetesinde haftalık yazılar kaleme aldı. Gazete ve haber portalları aracılığıyla düzenli olarak okurlarıyla buluştu. Adları Saklıdır, Ecel Öyküleri, Karanfil Mevsimi, Kül Sesleri ve El Alem adlı kitapları kaleme aldı. Olgun’un “Sokaksızlar” (White) ve “İnat” “Farewell” (Veda) adlı öyküleri kısa metraj olarak beyaz perdeye aktarıldı ve senaryosunu yazdığı Fısıltılar (Whispers) adlı kısa metraj filmi Feel The Reel Uluslararası Film Festivali’nden üç dalda ödüle layık görüldü.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Akın Olgun Arşivi