Nereden nereye mi?

Erdoğan’ın Fransa’daki eylemlere yönelik açıklamasındaki ezber ton dikkatinizi çekmiştir. Yaşananların “Beyaz adamın üstünlüğüne dayanan sömürgeci, kibir” olduğunu ilan eden Erdoğan, “Sosyal patlamalardan otoritelerin ders çıkarması gerekir” diyor!

Fransa’da 17 yaşındaki Nahel M.’nin “dur” ihtarına uymadığı gerekçesiyle polis tarafından vurularak öldürülmesiyle başlayan protestolar sürüyor.

Protestocuları, barbarlar olarak işaretleyerek, müesses nizam arkasında tüm toplumu sıraya dizmek için yapılan propagandalar da tıkır tıkır işliyor.

Banliyölere hapsedilen yoksulların eylemleri şehrin merkezine inince kopan o kıyametten elbette herkes payını alacaktı ve öyle de oldu. Öfkenin, “ilkel” bulunan eylemleri görüntü olarak herkesin önüne düştüğünde yükselen o “aman tanrım” şaşkınlığı ile yasal katillerin o modern toplum janti-liğinin bir anda bozuma uğraması gerçekten çok acayip değil mi?

Nahel M.’yi öldüren polis ilk ifadesinde bizlerin de çokça tanık olduğu cümleler kuruyor. Nahel’in kendilerine zarar vermek için aracı üzerlerine sürdüğünü söylüyor ama Fransız haber ajansının elindeki görüntüler polisi yalanlıyor.

Neyse ki burjuva demokrasilerinin hakikatle kurmak zorunda kaldığı bir denge var da gerçeği arayanların sesi, gözü, dili üç maymunu oynamıyor. Fransız Haber Ajansı (AFP) elindeki görüntüleri teyit ettirerek polisin yalanını açığa çıkarıyor. (Biliyorsunuz Anadolu Ajansı da böyle bağlıdır hakikate!)

Fransa Cumhurbaşkanı Macron, Nahel’in ailesiyle dayanışma içinde olduğunu, milletin sevgisini iletmek istediğini, olayın yargıya intikal ettiğini, adaletin en kısa zamanda yerini bulacağını umut ettiğini kamuoyuna duyurdu ve elbette sükûnet çağrısı yaptı.

“Emri ben verdim” de diyebilir veya Nahel’in annesini kitlelere yuhalatabilirdi ama öyle yapmadı.

Kim bilir, kişisel olarak belki de bunu tercih ederdi ama demokrasinin kurallarının ve mücadele geleneğinin kişilerden üstün olduğunu elbette biliyordu ve buna direnenlerin boyunun ölçüsünün halk tarafından nasıl alındığını bilen o tarihi bilinçten muhtemelen mahrum değildi.

Cezayir’in bağımsızlık savaşını kanla bastıran kendi ülkesi Fransa’ya karşı sokaklarda bildiriler dağıtan, yürüyüşler organize eden düşünür Jean Paul Sartre’ın tutuklanmasını isteyenlere Charles De Gaulle’nin karşı çıkarak, “Sartre Fransa’dır” demesi, yani onun tutuklanmasının Fransa’nın tutuklanması anlamına geleceğini ifade etmesi de çok şey anlatır.

Oysa Fransa’nın Alman işgalinden kurtarılışına önderlik etmiş birisi olarak

“Bunlar alçak, bunlar vatan haini” de diyebilirdi Charles De Gaulle ve bunu diyebilecek bir güce sahipti ama Sarte’ın duruşu ve meşruluğu tarih önünde haklı ve güçlüydü. Birinin, o meşruluğu karşısına alması demek, daha en baştan kaybetmesi demekti.

Sosyal ve kültürel iktidarımız konusunda sıkıntılarımız var” diyen Erdoğan’ın, yıllardır her alanda iktidar olup, bu alanda bir iktidar kuramayışında yaşanan derbederliğine işte biraz da Sartre ve De Gaulle hikâyesi üzerinden bakmak iyi olabilir. Asıl kaybediş tam burada çünkü.

Konuya yeniden dönersek;

Erdoğan’ın Fransa’da büyüyen eylemlere yönelik açıklamasındaki ezber ton sanırım herkesin dikkatini çekmiştir.

Yaşananların “Beyaz adamın üstünlüğüne dayanan sömürgeci, kibirli, gayriinsani zihniyetin varlığının halen devam ettiğinin işareti” olduğunu ilan ediyordu.

Tam burada, Tanzanya’da, gökkuşağı renkleriyle “pride” yazılı bir tişört giymiş küçük bir siyah çocuğu kameranın önüne sürükleyip, kafasını “olmaz” şeklinde bir “kurtarıcı” pozuyla sallayarak nerdeyse can havliyle çocuğun üzerinden tişörtü çıkarıp, başka bir tişörtü sorgusuz sualsiz giydiren AKP, MKYK üyesi Dora Kübra Yıldız’ı not düşelim.

Erdoğan hızını alamamış olmalı ki “Özellikle sömürgeci geçmişi ile bilinen ülkelerde kültürel ırkçılık, kurumsal ırkçılığa dönüşmüştür” diyerek kendinden menkul montaj aforizmalar sunmaktan da geri durmamış.

“Reis bizi Afrin’e götür” sırasına girenler için bu sözlerin elbette bir anlamı yok. Afrin’in zeytinlerini, zeytinyağlarını, evlerini, ahırlarını yağmalayan çetelerin pazılarındaki bantlarda ay yıldız taşımasının da sömürgecilikle alakası yoktu! IŞiD kuşatması altında kalan Kobane için “düştü düşecek” müjdesinin de bununla bir alakası yoktu elbette!

Ne diyordu bir zamanlar “Amiral’in gemisi”ni işgal ettiği köşesinden Yiğit Bulut; “Yaşasın tam bağımsız, güçlü, emperyal, cihanşümul Türkiye…”

Fransa için aslan payı cümlesini ise sona saklamıştı Erdoğan;

“Sosyal patlamalardan otoritelerin ders çıkarması gerektiği açıktır”

Müthiş değil mi?

Kendinizi bir an o Tanzanya’daki o korku ve şaşkınlık kıskacında kalan siyah çocuk gibi hissettiniz mi bilmiyorum ama devletin sürekli insanlara istediği gömleği giydirmeye çalışması ile bu konu arasında sıkı bir bağ var.

Kafasını “hayır olmaz” diyerek sallayan müesses nizamın o takunyalı ruhunun, muhalifleri sürekli “yakın, yakın” diyen kitlelere flaş etmesi ve insanların bedenlerini, duygularını soymaya kalkması pek bir manidar değil mi?

Evet neydi?

“güçlü, emperyal, cihanşümul Türkiye…”


Akın Olgun: Siyasi nedenlerle 7 yıl tutuklu kaldı. 2002’de İngiltere’ye yerleşti. 2009-2015 yıllarında BirGün gazetesinde haftalık yazılar kaleme aldı. Gazete ve haber portalları aracılığıyla düzenli olarak okurlarıyla buluştu. Adları Saklıdır, Ecel Öyküleri, Karanfil Mevsimi, Kül Sesleri ve El Alem adlı kitapları kaleme aldı. Olgun’un “Sokaksızlar” (White) ve “İnat” “Farewell” (Veda) adlı öyküleri kısa metraj olarak beyaz perdeye aktarıldı ve senaryosunu yazdığı Fısıltılar (Whispers) adlı kısa metraj filmi Feel The Reel Uluslararası Film Festivali’nden üç dalda ödüle layık görüldü.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Akın Olgun Arşivi