Ahmet Tulgar & İshak Karakaş

Ahmet Tulgar & İshak Karakaş

'Kültüre, bilgiye, sahiciliğe daha fazla çalışmalıyız'

Tarih, sadece zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri olanların itirazında değil zaman zaman da kaybedecek şeyleri olanların tavrı, duruşu ve itirazı ile değişir, değişecektir.

İskender Özturanlı ilk gençlik yıllarında sol muhalefetin saflarında mücadele ederken şiire başlamış. 12 Eylül sonrasının genç şairler kuşağında dönemin önemli edebiyat dergilerinde şiirler yayımlamış. Şimdi bir yandan yavaşça şiirlerini yazarken, bir yandan da akademisyenlik, gazetecilik ve televizyonculuk yapıyor.

Siyaseti uluslararası bir perspektiften takip eden İskender Özturanlı, 37 haftadır da KRT TV'de canlı bir program yapıyor ve konuklarıyla ana akım medyada artık seyrek rastlanan entelektüel bir seviye tutturuyor. İskender Özturanlı ile buluştuk ve hem edebiyat hem siyaset hakkında konuştuk:

Ahmet Tulgar: 90'lı yıllarda şiirler yayımlıyordunuz, genç şair kuşağının temsilcilerindendiniz. Şiiri bıraktınız mı, şiir bırakılalabilir mi? Sebebi ne artık şiir yayımlamamanızın?

İskender Özturanlı: Bu soru için ve sorulara şiirle başladığınız için teşekkür ediyorum. Şiir her zaman hem başında hem sonunda oluyor hayatımızın, benim şiir yazdığımı hatta yayınlattığımı, hem de 19-20 yaşlarında bunu yaptığımı, sonra araya derin bir kesinti, büyük bir epistemik kırılma girdiğini bilen de hatırlayan da kalmamıştır artık. Dergilerde yazardım, o dönem bir darbe döneminin nekahetindeydik, Ankara’da okuyordum, bir yandan bizden önceki kuşak Enis Batur’un müthiş entelektüel emeği ve enerjisi ile, Fahrünisa Kadıbeşgil’in Oluşum dergisi, sonra Mehmet Taner’in Tan’ı ardından da bizim kuşağın Uçurum, Mor Köpük, İstanbul’da Sombahar gibi dergilerle yaşanan bir şiirsel ivme vardı o zamanlar.

Ahmet Tulgar: 12 Eylül darbesi sonrasında sanat ve edebiyat üzerinden gençlikte entelektüel bir ayakta kalma çabası başlamıştı, değil mi?

İskender Özturanlı: Bir tür felaket sonrası, çocukluğa dönmek gibiydi şiir bizim için, fırtına sonrası dünyayı yeniden tanımak isteyen. Ama atladığı kitaba başından başlayan çocuklar gibiydik, şiir o en başı ifade etmiş, o en başı anlamaya yardım etmiş, belki de ayakta kalmamızı sağlamıştı tuhaf bir şekilde. Ben çok erken yaşlardan 12 Eylül darbesinin yargılamaları ve fişlemeleri ile çıkıyordum, tam çıkmak üzereyken babamı ve annemi ardı ardına kaybettim. Şiir başka hiçbir şeyin yapamadığı ve asla araçsal olmayan bir çıkış, bir geri dönüştü bütün kopmaların, kırılmaların üstüne. Elimizden düşürmediğimiz, gece yarılarına dek karlı Ankara’nın sıcak insan ilişkilerinde, Konur Sokak'taki Dost Kitabevi'nin karşısındaki kahveden Mülkiyeliler Birliği’ne, Çankaya’dan o zaman bomboş olan Dikmen sırtlarına bugünkü gibi tahrip edilmemiş Eymir Gölüne dek uzanan günler ve gecelerde, başıboş belki ama derinliği arayan bir kuşağın sokak tamtamları gibiydi bu dizeler: Ne diyordu İsmet Özel: "Öyle yoruldum ki yoruldum dünyayı tanımaktan/saçlarım çok yoruldu gençlik uykularımda/ acılar çekebilecek yaşa geldiğim zaman acıyla uğraşacak yerlerimi yok ettim/Ve şimdi birçok sayfasını atlayarak bitirdiğim kitabın başından başlayabilirim. 1980 öncesinin bugün dahi ihtiyacımızın olduğu o kolektif coşku, o müşterek ruh halinin yarattığı kırılma ile yerine, baskı ve korkunun, adam satmanın ve ihanetin, kolay köşe dönmenin, iki yüzlülüğün geçtiği o yıllarda kendi küçük burcumuza çekilerek kendi kendimizi onarmanın küçük yaşlarda yapmadığımızı biraz da gecikerek yapmanın ilhamı gibiydi, şiir, sanat ve edebiyat… Çok ve geniş okumayı, kendimizi sorgulayabilmeyi, aşık olmayı, şarabı sokaklarda içmeyi, kentli insana, çalışan insana bambaşka gözlerle bakabilmeyi, müziği, hayatı yeniden göğüslemeyi bizlere hep şiir öğretti. En azından benim için böyle. Yanımızda hep şiirvardı…

İshak Karakaş: Genç bir şair olarak kitabınız ne zaman yayımlandı?

İskender Özturanlı: Ben 1991 yılında bu dönemin ürünü caz müziği kalıplarını, emprovizasyonu denediğim, Ölü Davulcular için Solo adlı kitabım, o dönem yenilikçi ve bizim kuşağın şairlerini yazın ortamına radikal bir şekilde süren, Gece Yayınları’ndan çıkmıştı. Sanıyorum 12 kitap çıkmıştı, benimkisi de bunlardan birisiydi. O dönem İstanbul yazın ve eleştiri ortamı Ankara’yı bir parça küçümserdi, ben de İstanbul’a gelmiştim. Nedense İstanbul entelijansiyası biz pek kabul etmedi. Buna rağmen kitabım Doğan Hızlan ve Enis Batur, dünya ve ülke şiirini çok iyi bilen iki dev yazar gibi şiiri, yazını bilen güçlü yazar ve eleştirmenlerin kitabıma zar attığını biliyorum. Doğan Hızlan Hürriyet’in orta sayfasında (o zamanlar gazetelerin edebiyat, sanat sayfaları vardı) genç ve umut veren şairlerinden birisi olarak kitabıma yer vermek istemiş, yayınevini aramışlar, o zamanlar cep telefonu yok tabi, ayrıca baskı teknikleri gelişmemiş, vesikalıktan büyük siyah beyaz fotoğraf çektirip yetiştirememiştim, sonra diğerlerinin arasında benim yerime daha eski kuşaktan bir şair girmişti. Enis Batur’un yazısı ise Smokinli Berduş kitabına girdiğinde çok sonraları görmüştüm ve elim şiirden uzaklaşmıştı, bu büyük bir ara demekti benim için.

İshak Karakaş: Şiirden uzaklaştıktan sonra yazmaya hangi alanlarda devam ettiniz?

İskender Özturanlı: Sonradan politika, ekonomi, kültür, eleştiri, felsefe, sosyal düşünce, iletişim hatta uluslararası ilişkiler konusunda bir dizi makale yazdım. O yazılar şiirin önüne geçti, kitap veya dergilerde yayınlanma anlamında 1992’den 2012’ye dek hiç şiir yayınlamadı. 2011’de Yeni Dergi'de uzunca bir şiir yazdım. Hayatın yükü dergiler, gazetecilik, internet siteleri yazarlığı hocalık, belki de konuşma ve diğer yazılar şiirin önüne geçti. Şiir hep onu düşünerek yaşanılan, bedenin ve ruhun içinde okunan ve hep başka şiirleri üretenler ile karşılıklı ve sonsuz bir konuşma gibi oluşan bir dünyanın üründür, veya böylesi bir dünya kurar. Kendisine böyle bir dünya kuramayan şiir bir süre sonra titrekleşir, pelteleşir, zayıf ve eneze olur. Buna inanıyorum, kendim de bu tuzağa düşmemek istedim. Bilmem kandırıyor muyum kendimi ama durum tam da böyle. Bu dergilerde yayınladığım şiirlere devam ediyorum, çok ağır gidiyor, üç tanesi bitti ama iki yıldır böyle. Dokuz uzun şarkı olacak. Beni bırakıp Giden Şehirlere, belki de tamamlayamam kim bilir?

Ahmet Tulgar: Bir yandan akademisyenlik, bir yandan televizyonculuk yapıyorsunuz ve her programınızda bir seviye tutturuyorsunuz. Televizyon ekranlarını dolduran yeni kuşak akademisyenleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

İskender Özturanlı: Bu soru için de çok teşekkür ediyorum, 37’inci programı geçmişiz. Yıllarca ders anlattım, özel dersler, kalabalık sınıflara, gazete, dergi ve internet için söyleşiler, podcast’ler yaptım ama canlı yayının iniş çıkışı çok başka oluyor gerçekten de. Televizyonlara konuk oldum, hayatımın geç sayılabilecek bir döneminde. Bugüne dek edindiğim ne varsa hepsi toplandı, yürüdü gitti program, elbette hatalarım da oldu. Hatalar üzerinde ısrar etmeden ama temel duruşumu değiştirmeden çalışmayı, yaşamayı öğrendim artık.Geriye dönüp baktığımda hocalık ve gazetecilik yapmışım, biri anlatan, dinleyen, yorumlayan diğeri ise soran, dinleyen, yorumlayan. İkisi ters süreçlerle aynı yere çıkıyor. Bu ikisi iç içe geçti…  Programım KRT Kültür TV’de her Salı saat 20:00 ile 21:30 arası bir buçuk saat canlı yayın. Türkiye’de iki türlü baskı var, birisi siyasal iktidar baskısı diğeri ise meydanı  neoliberal basınçla tamamen bir rating’in, paranın aparatına dönüyor olması. Bu basının, TV’nin ve internetin gücünü öldürüyor. KRT TV ve onun genç, entelektüel, ne yaptığını, ne yapacağını bilen kararlı, arı ve duru bir ekibi var. Bu çok değerli böylesi bir zamanda. Kaliteye önem veren, katılımcı, paylaşımcı bir ekip, kanal da hakkı olan yerlere geliyor, daha da gelecek. Bu özgürlük ve tolerans ortamı, bu her şeye rağmen gazeteciliğe olan müthiş inanç beni hiç bir yerde hissetmediğim kadar rahat hissetmeme yol açıyor. Biz bir aileyiz. Bu kanalda program yapmaktan ötürü gururluyum, tarihe not kalsın bazı şeyler. Bu çok önemli.  Ana akım medyada ve yandaş ekranların gediklisi olan yeni kuşak akademisyenlerin de olduğu bu dünya; elbette bir dolu istisna var ama, sadece konuşan, belirli tekstleri ezbere tekrar eden, bunu yaptıkça kazandığını zanneden ve neredeyse başkalarına da maalesef örnek olan bir koronun hakimiyeti altında.  Bazıları, bilmenin yerini bilmeden konuşmaya hiçbir vicdanı ağırlık taşımadan ulaşmış, sormayı, analizi ihanet zanneden,  iddialı ve ama kof ve köhne argümanlar üreterek, sözü boşa ittirerek, çöp bilgi üretmenin yolunu bulmuş. Bu söylemsel kalabalık ve kuru gürültü, siyasal iktidarın baskısını sürdürmesine, denetlenemez, sorgulanamaz sadece onuna adına ve onun için bir ideoloji üreten aparatlara dönüşmüş durumda. Asıl konuşması gerekenler sistemden çıkarıldılar biliyorsunuz. Çok kof ama kalabalık ve her yerde, alt edilmez değil. Kültüre, bilgiye, sahiciliğe daha fazla çalışmalıyız. Bizim de işlevimiz bu olacak.

İshak Karakaş: Siz medyada yeni değilsiniz. Büyük medya kuruluşlarında çalıştınız. Türkiye'de bugün medyanın durumunu nasıl görüyorsunuz?

İskender Özturanlı: Türkiye’de medya üzerinde gerçekten büyük baskılar var, hukuksal baskı var, cezai baskı var, ticari baskı var, insanı ve sosyal baskı var, sosyal medya üzerinden trolleme baskıları var. Dolayısıyla bırakınız siyasi haberleri, bırakınız yorumu ve analizleri, objektif habercilik bile bir günah gibi yapılmaya başladı. Gizli gizli, usul usul titrek titrek. Ekonomi haberlerindeki en küçük itirazlar ve rakamsal veriler dahi sayfaların altlarında küçücük yer buluyor. Bir çevre felaket iuluslararası ve olağanüstü bir yatırım hamlesi gibi lanse ediliyor, medya yerel basını, sosyal medyayı, kültürü, bilimi ve politik hakikati kullanmıyor, kullanmak istemiyor. Medya iktidarın çevresinde kümelenen, onların dediği kadar yazıp çizebilen, sembollerle oyalanan bir dizi adam artık. Bir karanlıkta sembollerin baygın melodileri ile mest olmuş  ve bizim de mest olmamız isteyen, bu kakofoniyi bizim de beğenmemizi isteyen, bakın şu bölüm ama ne güzel, ne kadar doğru diyen, bir tekrarın tekrarı kümesi. Hadi bakın alkışlayın, bakın burası ne kadar güzeldi, ama canım, diyen. Kahveyi dövenin hık deyicisi misali. Haksız, hukuksuz yere cezaevlerinde yatan gazetecileri görmezden gelen bir medya var, kendi arkadaşlarını, meslektaşlarına karşı üç maymunu oynayan, Canan Kaftancıoğlu’nu iki tweetle linç etmeye hazırlanan bir ikiyüzlüler sürüsü. Geçtiğimiz günlerde, Spielberg’in Washington Post’un Pentagon Belgeleri üzerine yayınını konu alan Post filmini izledim. Bu gizli belgeleri ilk yayınlayan rakipleri NewYork Times’a gelen yayın yasağı ve mahkeme kararına rağmen yayını geliştirerek sürdürüyor Post. Rakiplerinin bitmesinin kendi bitmesi olarak gören patron Graham ve efsanevi Genel Yayın Yönetmeni Ben Baradlee’nin mücadelesi çok önemli, herkese tavsiye ederim. Şu unutulmasın ki kimse kimseden zor veya kolay bir koşulda yaşamış tarih boyunca, özgürlük elbette zor zenaat, herkes korkar, ama bu zıvanadan çıkmak, inanmadığını papağan gibi tekrarlamak için gerekçe olamaz. Tarih, sadece zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri olanların itirazında değil zaman zaman da kaybedecek şeyleri olanların tavrı, duruşu ve itirazı ile değişir, değişecektir. Pentagon Belgelerinden yargılanan gazetecileri beraat ettiren, ABD anayasa mahkemesinin gerekçeli kararında dediği gibi: Medya yönetenlerin değil yönetilenlerin hizmetinde olmalı." Bu karşıtlıkta objektif bile olunamaz, çünkü kantarın bir tarafı ötekine nazaran zaten ağır. Malum Washington Post filmi gündemde, eskiden medya ile ilgili böylesi etkili filmler vizyona girdiğinde sinema eleştirmenleri dışında medyanın etkili kalemleri yazardı. Onların yapamadığını yapalım, filmde Tom Hanks’in oynadığı Ben Bradlee’nin sözünü duvarlarına asmalırın öneririm, "Vicdanlı ve adaletli şekilde gerçeği yazdığı sürece, gerçeğin ortaya çıkmasının sonuçları hakkında endişelenmek gazetecinin işi değildir. Bir ülke için hiçbir gerçek, uzun vadede yalanlar kadar tehlikeli değildir. Bütün içtenliğimle inanıyorum ki gerçekler, insanı özgür kılar".

İshak Karakaş: Siz siyaseti uluslararası normlara göre değerlendiren bir yorumcusunuz. Türkiye'nin siyasi durumu uluslararası perspektiften nasıl görünüyor?

İskender Özturanlı: Türkiye artık eşitliksiz, adaletsiz ve özgürlüklerin kısıtlandığı, fiili demokrasinin bütün kurumlarının silindiği, bir totaliter yönetime geçmiş durumda, bu uluslararası alanda değer ve ilkelere dayanan değil, taktiksel günlük çıkarlara dayalı, birbiri ile çelişen ittifaklara yönelen bir ülke olarak değerlendiriliyor. Böylesi bir ülke politikası haliyle uluslararası alanda ya da bölgeye dayalı hamlelerde ağırlığını süratle yitiriyor bu yüzden. Dünya artık eskisi gibi değil, herkes her şeyi biliyor, dış politikada siz eğer kendi iç iktidarınızı devam ettirmek adına kendi kendinizle sürekli çelişen hiçbir talebinize haklı veya hasız karşılık alamayan bir ülke haline gelirsiniz. Bu buradaki medya ve siyasetçiler tarafından fark edilmeyen bir büyük zaaftır ve güç kaybıdır. Türkiye’nin durduğu yerin ağırlığı eridi. Macaristan’da Orban ve Hindistan da Modi üzerinden gelen otoriter rejimler aksının üzerindedir. Bu karşılığı olmayan bir konum, hamle yapacakmış gibi durup hamle yapamayan bir pozisyon. Öte yandan dünyada insani ve evrensel değerler bugün ne kadar zedelenmiş olsa da, kapalı, ırkçı veya dinci ideolojik payandanın yapamadığı derecede güçlü, siyasal, sosyal ve kültürel geçişkenliğe, dinamiğe sahip. Dünya evrensel bir tartışma üzerinde kendi krizlerini çözmeye çalışıyor. İnsanlığın geleceği, gelir ve servet ve eşitsizliği, demokrasiyi gerçeklik ötesi konumundan geri almak, çevre tahribatı, küresel ısınma, yapay zeka ve temel milli gelir, savaş karşıtlığı gibi, bizler bu evrensel tartışmalardan hiçbir verim almıyoruz, hiçbir değer de sunamıyoruz. Kapitalizm tükenmeye başladığında yeni gelecek dünyadan ne entelektüel anlamda ne de fiili anlamda nasib alamayacağız. Bunu aşmalıyız.

Ahmet Tulgar: Siyaset Türkiye'de daha çok günlük saiklerle yapılıyor. Sizce Türkiye'nin yapısal sorunları nelerdir?

İskender Özturanlı: Bu çok önemli bir saptama ve soru. Siyasal aklın söyleyecek temeli sözü, sesi kalmadığı zaman, konjonktürel geçişlere göre pozisyon alıyor, oysa siyaset dediğimiz ana faaliyet tarihte ve bugünde, temsilden gerekçelerine vaatlerinden realizasyonuna dek bir dışarıda kalmanın eşit konuma sürüklenmesi için ve onun adına, yapılır. Gerçekte seçenek olmayan seçenekler üzerinden tek bir yapının teknik itirazları ve mızmızlanmaları değildir.  Siyasetin özü tarihsel akla ve gerekçelere uygun, dönüşümcü, radikal, taleplerde ve haklarda ayrışan öncelikler ve sonralıklar gerilimi üzerinde temellenmelidir. Haklara ve iddialara dayanan, tasnif edilebilir, program ve vaatlerden oluşmalı, sembollerden çok toplumsal gerçekliğin ve gerilimin hakikat ile karşılaşma anında tanınan tolerans ve yaşam alanı ihtiyacıdır, siyaseti vazgeçilme kılan. Yoksa siyaset, pseudo siyaset hâline gelen sürekli bir temaşa hali olmaya indirgenir ki, baskı aparatları da çalışırken buna ihtiyaç duyar. Yapısal sorunlara dokunmadan mesela sadece kültürel semboller üzerinde temas edilen bir yerli-milli tartılması yaratmak mesela yapısal sorunları gizleyen bir pseudo siyaset demektir. Türkiye’nin yapısal sorunları ve çözümleri ise sosyo-ekonomik, kültürel, kimliklere dayalı, hiyerarşik eşitsizlikler, kaynakların her kesime adili dağıtılmaması, sistemin kirlenmesi, toplumsal, bürokratik ve baskıcı mağduriyet, şeffaf ve özgürlükçü, demokratik değerlerine kimlik haklarına dayalı çoğulluğun yaşama geçmemesi,  hukukun bir adalet arayışına aracılık etmekten çok, bir cezalandırma mekanizması olarak tesis edilmesi, şehirlerde oluşan adaletsiz yoksulluğun ve servet transferinin önlenmemesi, kamu kaynaklarının ve kamu  arazilerinin yeniden kamunun yararına kullanılabilememesidir.

İshak Karakaş: Anayasa Mahkemesi'nin kararlarının yerel mahkemelerce tanınmaması ne anlama geliyor? Hukuk düzeninin yeniden tesisi için ne yapılması gerekiyor?

İskender Özturanlı: Anayasa mahkemesinin kararlarının yerel mahkemelerce tanınmaması fiili olarak Türkiye’de hukukun da Anayasanın da çalışmadığı anlamına gelmektedir. Üstelik bunun hem söz konusu gazetecilerin kimliği dolayısıyla olağan bir hal gibi karşılanması hem de alıştığımız ahval-i adiyeden bir durum haline getiriliyor oluşu durumu daha da çetin hale getiriyor. Duruma karşı çıkınca sizi hemen bir torbaya atıp damgalıyeriyorlar üstelik. Hukuk bir ideolojik veya rövanşist patolojinin esiri olamaz ya da şöyle söyleyelim, suçlu kimse onu yargılarsınız, masum halka kim ateş etmişse, darbeyi kim planlamışsa onlara en ağır cezaları vermelisiniz elbette, toplumda bir cadı avı başlatarak önüne geleni bir torbaya atıp, çemberi genişletmek ise bununla aslında reel anlamda ilgisi olmayan başka bir şey o gücü tahkim etmek, varolan zaafları, yiten meşruiyeti  veya hataları telafi etmek adına toplumun geniş bir kesimine  ödetilmek istenen bir ceza gibi.  Yandaş medya korosu ne diyor, gazeteciler suç işlemez mi? Bu bilerek tahrif edilmiş bir soru. Oldukça müphem olduğu belli olan fikir, düşünce özgürlüğü ifade özgürlüğü alanında suç olmaz, daha doğrusu fikirler başka yerlere ilintilendirilerek suç kavramı yaratamazsınız. Bakın Anayasa mahkemesi bireysel başvuru ihtimali henüz hakikatken, AİHM başvuruları iç hukuk yolu tükenmedi diye geri çeviriyordu, şimdi kabul edecek onun kararlarını yerel mahkeme kabul etmek zorunda kalacak, dışarıdan söylenenlere uymak zorunda kalacaksınız, çünkü sözleşmeye imza atmışsınız. Hem de tazminatlar gelecek. Bu normal kabul edilebilir mi? Hani bağımsızdınız, yerliydiniz; uluslararası bir kuruluşun müdahalesine açık hale getirdiniz kendinizi. Bu ciddi bir hukuksal ve idari zaaftır.

İshak Karakaş: Türkiye'de toplumsal barışın sağlanması için ne yapılmalı?

İskender Özturanlı: Tarihte toplumsal barışı sağlamış ülkelerin dünyada daha güçlü olmasalar da daha mutlu, daha demokratik, daha müreffeh yaşadıkları kesin. Toplumsal barışı sağlayan ülkeler refahı daha adil dağılma şansına sahip olan, özgürlükleri bir toplumsal mübadele ve mutabakat dinamiğinin içinden gelerek yaşama şansına sahip toplumlar. Hakiki birliktelikler kurma adına en büyük değer imkanı oradan geçiyor. Zoraki ve sahte uzlaşmalar ile değil hakiki uzlaşmaları arayabilme şansı da burada, kalıcı olabiliyor. İnsan toplumları sosyo-ekenomik, politik, bölgesel, kimliksel, hiyerarşik bütün dışlanmışlıkları, bu eşitsizlik patolojisini aştıkları anda, siyasal anlamda bir barış imkanına evrilirler. Kuşkusuz her zaman olmaz bu, dünyada ve özellikle ülkemizde böylesi söylemlerin nicedir unutulduğu toplumsal derinlikleri ve karşılıkları olan gurupların ve kesimlerin, talepleri ve hakları ile, hakiki siyasetin arzularının nicedir törpülendiği bir dönemde elbette bunları söylemek, okuyanlara tuhaf gelebilir. Oysa durum tam tersidir. Nasıl mı?  Demokrasi sadece bir temsil ve temsilde çoğulluk adı altında sistemin gücü adına çalışan ara aparatlar arasında giden gelen fısıltılar, mırıltılar silsilesi değildir. Demokratik ara mekanizmalar sadece yasalarla da kurulmaz üstelik, yasalar tıpkı temsil gibi hakikati gizlemek adına sembollerle çalışan manivelalar haline de dönüşebilir, bizde olduğu gibi. Yasalar etik anlamda insan mutluluğunun, insanın etik anlamda sorumlu olduğu diğerine karşı, hayatın doğal ve gündelik akışında üretilen eşitsizliğe ve adaletsizliğe karşı gidermek adına vardır, ama bunu insanlar etik olarak tercih ettikleri için var kılarlar, yaşanılır kılarlar. Hiçbir siyasal talep yasal ve etik olarak karşılanmaz ise, bunlar sembolik bir çeşni olarak sergilendiğinde de içleri boşaltılmış, hakikati gizleyen perdeler haline gelmiş olur.  Çok kültürlülük, çok kimliklilk herkesin sürekli bir taktiksel kavgada ötekini aşağılaması adına kullanılan sahte, içi boş ikiyüzlü bir manivela değil, çeperinde değil üzerinde tartışılması gereken bir değerler siyaseti oluşturma çabası ile olur. Demokrasi, vazgeçilmez ama büyük ve boş bir hakikattir doldurulmak zorundadır, doldurulmazsa kof sembollere döner. Demokrasinin içi mücadele-müzakere-mübadele ve uzlaşma dinamiğinde sürekli dönen bir sonsuz bitmek bilmez döngüdür. Bu döngü siyaset denilen en belirleyici faaliyetin doğasından gelen büyük hakikat adına çalışır, ancak. Siyasal alan kırılmışsa, siyasal ara süreçler hukuki ve insani anlamda daraltılmışsa, sistem hak, hukuk, adalet sağlamaz. Değer üretemez. Tolumsal barış sağlayamaz. Toplumsal barış ancak bu sistemin kendi içinde hareket ediyor olmasından kaynaklanır, mesela fikirlerin tehlikeli addedildiği bir ortamı düşünün. Mesela meşru talepleri yerine getirmek için toplantı ve gösteri yürüyüşünün engellendiği bir ortamı düşünün, mesela işlerine iade edilmek için açlık grevine giden insanların meşru taleplerini gösterdikleri gösterilerin ve oturma eylemlerinin engellendiği hatta tam tersine onların hapislere atıldığı bir ortamı düşünün. Demokratik hakları siyasal zeminde arayan herkesi gayrı meşru ve hukuksuz olarak tanımlandığı ve aşağılandığı bir patolojik ve kültürel iklimi düşünün. Burada en ileri kanun manzumelerine dayanan metinler de yazsanız, en belagati kuvvetli sözleri de etseniz sistemin toplumsal barış ve demokrasi adına yaşamsal özü yok olmuştur. Siz bu yaşamasızlık üzerine, bir bina kurarsanız bina için için çürür, nem sızdırır ve dışarıdan ne kadar heybetli görünürse görünsün, içeriden usul usul çürür. Bu kofluk insanları daha da güvencesiz korunaksız ve eşitsiz bir yaşama mecbur edilmesi ile perdelenir, bastırılır.

Ahmet Tulgar: Türkiye'deki demokratik muhalefette saptadığınız zaaflar nelerdir?

İskender Özturanlı: Çetin bir soru daha. Ama açık açık konuşmak zorundayız. Türkiye’de demokratik muhalefetin taktiksel zeminde değil, sadece basına demeçlerle veya anlık sembolik tepkilerde değil ilkesel bir zeminde birleşmesi gerekiyor. Yan yana gelmek ve inanmasa da müşterek hareketler üzerinde, kişiler veya kadrolar üzerinden bir tartışma yerine, AKP’nin topluma biçtiği bu dar ve daraltıcı ufuk çizgisinden kurtulmak gerekiyor. Biliyorsunuz ufuk çizgisi, sonsuzluğu göstermez, görülebilir uzaklıkta bir hedefi oradaki farklı bir dünyayı işaret eder. Öte yandan sizi hem uzağa gitmeye zorlar, hem de hemen yola çıkmaya çağırır. Bu çok önemlidir. Demokratik muhalefetin kendisi için ama toplum adına bir ufuk çizgisi çekmesi gerekiyor. Sonra da bitmek bilmeyen, herkesin kendi kadrolarını bile inandıramadığı müzakereler ve taktiksel ileri geri hamleler yerine, bu ufuk çizgisi için herkesin neleri yapabileceğini, nerelerden feragat edeceğini, nerelerde tamamen duracağını ortaya koymalı. Nerelerden geldiğini ortaya koyarsan nereye gideceğinde de az buçuk netleştirirsin. Bu ufuk çizgisidir. Ortak değerler ile nereye kadar gideceğini gösterebilirsen toplumu ikna eder ve inandırıcı olabilirsin. Dediğim gibi hemen yapmak için de insanı iter bu. Ufuk çizgisi ütopyadır. Ütopya olamayacak bir resim değil hemen değiştirmek adına kerteriz noktalarını çizmektir, Oscar Wilde’in dediği gibi içinde ütopya olmayan bir dünya haritasına bakmaya bile değmez.

İshak Karakaş: Peki, sizin dediğiniz gibi yola çıkarken ne yapmak gerekiyor?

İskender Özturanlı: Soru şudur: Türkiye’de demokratik muhalefet bu iktidar baskından kurtulunca insanlara nasıl bir toplum vaad etmektedir? OHAL kalksın peki, elbette… OHAL kalkınca, ne önerilecek eski düzen mi yoksa yeni ve geleceğe dair bir sözleşme mi? Mağdurlar KHK ile atılanlar görevlerine geri dönecekler, peki yeni mağduriyetler oluşmaması için nasıl bir program ve sözleşme imzalayacağız? Neoliberal metropoliten kent yağması düzeni servet ve varlıklardaki ağır eşitsizliği, işsizliği ve yoksulluğu perçinledi, temel sorulardan birisi budur. AKP iktidarının yumuşak karnıdır bunlar. Bunu önlemek için temel kent politikalarımızı nasıl değiştireceğiz? Hangi kadroları hangi etik ilkelerle işbaşına getireceğiz? Müşterek kamu alanlarını yeniden adil bir şekilde insanımıza ve kente nasıl geri vereceğiz? Emlak-iskan-emsal ve plan revizesinden kaynaklı büyük kirlenmeyi ve servet transferini nasıl durduracağız? Çevreyi, dünyayı, iklimi nasıl koruyup kollayacağız, her şeyi piyasaya teslim etmeden, etkin bir kamu alanı yeniden nasıl kuracağız?  Dış politikada ve bölgede barışı ve huzuru sağlamak adına, nasıl etkin ve akitf karlar alıp bunları süratle uygulamaya geçireceğiz? Nasıl  bir adalet anlayışımız ve yasal programımız olacak? Bu dönemin baskıcı karakteri ortadan kalktığında, kirli, keyfi bir yönetim şeklinin olmaması için etik, siyasi ve hukuki neler yapacağız? Hemen, radikal bir şekilde tartışılması gereken hususlar bunlar. Bumlar görüldüğü gibi ideolojik olmayan temeller, buradan bir ufuk çizgisi hemen sağlanırsa, demokrasi güçleri ve muhalefet kendi karoları için gereken arzu ve enerjiyi tedarik edecek, hem de iktidara oy veren kesimleri ikna etmeye başlayacaktır.

Ahmet Tulgar: Eşiniz Ayşenur Suberk Özturanlı iş hayatını bitirip oyuncu olarak sahneye çıktı 50 yaşından sonra. Çok da başarılı oldu. Ona bu süreçte nasıl destek oldunuz? Bu kararını nasıl karşıladınız?

İskender Özturanlı: Evet çok da başarılı oldu ben hep destekledim, inandığı yerde kendi birikimini ve yaşam deneyimini ve toplumsal değişimin yarattığı sosyal adaletsizlikleri sorgulama arzusunu, inandığı şeyleri söyleyebilme cesaretini bulabileceği bir yerdi tiyatro sahnesi onun için. Esasında zaten hep öyle yaşamıştı ama bunu sahnede bir yazarın yarattığı metni ve karakteri canlandırırken hissetmesi ve o karaktere bir şeyler katması bizler için şaşırtıcı olmadı tabi.  Bu oyun için müthiş bir emek, zahmet vardı elbette ama son on yıldır tiyatro ile ilgili her şeye bilfiil katıldı, Şahika Tekand ve Diyalog gibi önemli yerlerden tek tek başarı ile birinciliklerle geçti,  oyunlara, ortak çalışmalara, tek başına canlandırmalara katıldı, topluluklara destekler oldu, tiyatro protestolarında  kalabalıklarda sahne aldı, şan derslerine, nefes ve beden teknikleri ile her türlü çalışmaya, İstanbul’da sahnelenen amatör-profesyonel, deneysel-klasik bütün oyunlara defalarca gitti, seyretti.  Bütün sosyal-ortak çalışmalarda rol aldı, kısa filmlerde temalı filmlerde oynadı, büyük küçük demden hiç yüksünmeden, oyunculuğun rahleyi tedrisinden geçti. On yıllık büyük adanmışlığın, çalışmanın ve bir yaşam tarzının ürünüdür bu sonuç.Öte yandan seçtiği oyun, içeriği, mesajı, hüznü, yazarın kimliği, toplumsal zedelenmeyi seneler önce yazabilen bugün dahi canlı kalabilmiş bir metin. Çetin bir metin. Doksan dakika aralıksız sahnede kalmak da cabası. Onu gerçekten kutluyorum. Ama bu daha başlangıç, daha, nice güzel oyunlarda yer alacağına inanıyorum, biliyorum.

İshak Karakaş: İki de genç kızınız var. Biri Los Angeles'ta yaşıyor, diğeri burada üniversitede. Bu ülke bu haliyle gençlere ne vadediyor?

İskender Özturanlı: İkiz kızlarım büyüdü, bir çocuğun gelişim çizgisinde Halil Cibran’ın müthiş öğüdü gelir aklıma, çocuklarınızı çok zorlamayın çünkü onlar sizin değil yaşamın çocuklarıdır diye, onlar dünyanın çocuklarıdır. Bizim yaptığımız, doğrular veya hatalar gibi onlar da nicelerini yapacaklardır. Bizim çocukluğumuz ve yetişmemiz, kız kardeşimle ben, bir kasabada, sonra büyük şehirde yatılı okulda ama çok hümanist ve özgürlükleri yaşayan ve tolere edebilen olarak, bir baba ve anne ile oldu, her ne kadar onları erken kaybetmiş olsak da. Cibran’ın sözünü daha baba olmadan kafamma kazımıştım bu yüzden.. Şimdi artık kızlar büyüdü, hem onlar hem yetiştirdiğim gençlere baktığımda bu toplumda, bizden öncekiler ve bizlerin kuşağının onlara arzu ettiğimiz ülkeyi veremediğini görüyorum, engellediler, tarihi zamanın ruhu, hatalarımız her neyse. Ama,  bizler de eşimle beraber, çocuklara herhalde,  umutlu olmayı, dünyayı insanı anlamayı, vicdanlı ve sorgulayabilir olmayı, mutluluğu da özgürlüğü de acıyı da hüznü de yaşayabilmeyi, sahiciliği vermişizdir diye düşünüyorum. Hem dünyayı hem kendi insanını anlayıp çözebilen birer dünya insanı olduklarını biliyorum. Küçük yaşta AFS bursu ile yurt dışına gittiler, orada çetin koşullarda eğitimlerini sürdürüp sınıflarını geçtiler, ama hiç mızmızlanmadılar. Bu durum daha sonraki hayatlarında hem mutluluklarını hem mutsuzluklarını getirdi. Hem büyük bir enerji oldu, ama bazen de zaman zaman beklenti-gerçeklik dengesinde onları zorladı. Bi kızım, Galatasaray üniversitesinde felsefe okudu, okulu bitiriyor şimdi, diğer kızım  ise iyi bir okulda yüzde elli başarı bursu ile okuduğu psikoloji bölümünü geride kalacağı ve bir şey öğrenemeyeceği endişesi ile bıraktı, uzaklara gitti, baştan başladı, çetin süreçlerin sonunda şimdi siyaset ağırlıklı bir eğitim alıyor. Gençlerin buradaki kasvetli havadan kurtulma adına umuda ihtiyaçları var. Genç Anne-babalara bakıyorum, belki de anlaşılır bir şekilde rekabetçi, bencil ve paylaşımsız bir dünyada çocuklarını fazla benmerkezci ve kabuklarına gömülerek yetiştiriyorlar gibi geliyor bana. Oysa toplumla karşılaştığında çocukların daha az narsisistik daha katılımcı ve paylaşımcı modellere ihtiyacı olacak. Ötekini anlamak ve müşterek çalışmayı öğrenmek. Bunlar bizim genlerimizde en az Ben’ler kadar saklıdır, sahip olmak kadar olmanın önemi de anlatılmalı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ahmet Tulgar & İshak Karakaş Arşivi