Her şey var ama hiçbir şey yok

Oysa içimiz bize çok muhtaçtı, hep susuzdu bize. Bir süre bizi bekledi. Sabretti. Sabrederken gözledi…

Eskiden içimizde rengârenk çiçeklerle dolu bahçelerimiz vardı. Yağmur önce içimize yağar, sonra da yemyeşil vadilere, ışıklı sokaklara…

Sokakların alacakaranlığını içimizdeki ışıklar aydınlatırdı…

İçimiz bayram yeri gibiydi. Konuklar önce içimize gelirdi, sonra da evimize misafir olurlardı.

Arka bahçelerimiz vardı. Orada kendi tanrılarımızla dertleşirdik. Onlara duygularımızı, arzularımızı, isyanlarımızı anlatırdık. Hep iyi insan olacağımız konusunda  söz verirdik onlara. Bu iyi insanı kimse bilmezdi. İçimizle tanrımız arasındaki o gizli yolda gidip gelen gizemli biriydi o…

Bir ucu içimizden başlayan ve sonra da büyüyerek bizden uzaklaşan o eşsiz kainatla hep bir uyum arardık. Duygular ve duyuşlar konusunda iyi kalpli bir kıskançlığımız vardı. Bir papatyaya dokunduğumuzda dünyadaki bütün papatyalara aynı anda dokunmuş olmak isterdik. Dokunurduk da.

Gökyüzünden akıp giden kainatın o muazzam nehrinde her an yıkanmak isterdik… Kimimiz çok, kimimiz az yıkanırdı. Ama asıl arzumuz bu nehre karışıp gidebildiğimiz kadar gitmekti. Hiç gidilmemiş öteki diyarlara…

Acı ise yalnız çekildi. Herkes acı çekeni kıskanırdı. Çünkü zamanı gelince gökyüzünde akan bu nehirde en çok o yıkanacaktı. Her şeyi en çok bilecekti.

Sezgileri incelecek, olacakları hepimizden önce o fark edecekti.

Bu yüzden acı çeken hep mağrur bir bilgelikle susardı. Bir annenin bebeğini hayatın kötülüklerinden koruması gibi o da acısına sarılır, susar ve beklerdi onu…

Susardı, çünkü acısı olgunlaşmadan onunla ilgili söylediği her sözcük bu acıyı kirletebilir, hatta öldürebilirdi.

Sadık kalındığında ve gururla taşıdığında bir süre sonra hayatını dönüştürebilecek olan bu acı, kirletilip sıradanlaştığında onu hep boşluğa çeken solgun bir düş kırıklığı ya da can sıkıcı bir soytarı olabilirdi…

Sevmekse önce arka bahçelerimizde başlardı. Sevgilinin yüzünü dışarıda, sokakta değil, gökyüzünde aradık. Ve söz verirdik kendimize onu gördüğümüzde, içimizde sızısı ilk başladığında ondan kimseye bahsetmeyeceğiz diye…

Sonra gözdağı verirdik kendimize: Ya çeneni tutamayıp söylersen, ya kirletirsen, ucuzlaştırırsan ya onu… Söz ver, söz ver, onu kutsal bir sır gibi saklayacağına… Bunlarla da yetinmez, yalvarırdık kendimize: Ne olur, bu sonsuza dek sürsün, hiç kirlenmesin, kimseninkine benzemesin… Gökyüzünden akıp giden nehirde en çok ikimiz yıkanalım, bir de sevgimiz…

Belki de yıllar sonra karşımıza çıkacak sevgiliye, sanki o an karşımızdaymış gibi karşılıklı konuşmayı ve susmayı hayal ederdik. En çok, seni seviyorum dediği zaman, ne diyeceğimizi düşünürdük. Ben de mi, yoksa… Yoksa, yetmezdi ki, yetmezdi ki uru kuruya, seni seviyorum  lafı, başka bir şey bulmalıydık, başka bir gökyüzü cümlesi, kanatlı, kutsal bir deyiş, daha öncekilerin birbirine hiçbir zaman söylemediği, yüreğine, aklına getirmediği…

Sonra, sonra… İçimizdeki bu hakiki hayatı bir an için küçümsedik. Dışardaki cansız nesnelere kandık. İçimizdeki arka bahçelerin kapısını kilitleyip dışarılara çıktık.

Dışarıdaki oyuncaklara içimizdeki konuklardan daha fazla değer vermeye başladık. Dışardan sıkılırsak ve tiksintiye dönüşürse arzuladıklarımız bir gün, içimize nasılsa döneriz sandık.

Oysa içimiz bize çok muhtaçtı, hep susuzdu bize. Bir süre bizi bekledi. Sabretti. Sabrederken gözledi… Küçük, mahcup fısıltılarla haberci sızılarını gönderdi bize… Dön bana, ben buradayım, dışardaki hayatı anlamlı kılan bendim, ben olmazsam dışarısı da olmaz diye…

Ama dönemedik geriye… Dönemeyince doğanın yok oluşu önce içimizde başladı. Önce içimizdeki bahçeler, çiçekler kurudu. Renkler soldu. Artık orman bizi korumuyor, utançtan ve yalnızlıktan öldürüyordu…

Yağmurla hep dışarıya, hep üstümüze yağdı. Ve yağmur, yağmur değildi artık, kirli ve üşüten bir suydu…

Tanrımızla arka bahçemiz arasında gidip gelen o iyi insan, bize sırlarını veren ve koşulsuz seven o gizemli yolcu, artık gözünü sadece dışardaki hayata dönmüş, çıkarcı, acımasız ve doyumsuz bir yargıca dönüştü. Kendi yaradılışımıza karşı yaşadığımız için kendimiz gibi davranmaya kalktığımızda artık bunu  yapamayacak  hale gelmiştik …

Kazandığımız hiçbir başarıyla yetinmedi, aldığımız her eşya hemen eskidi gözünde…

Gözüne girmek için katıldığımız hiçbir eğlence, göz kırptığımız hiçbir hazır mutluluk, kendimizi uydurduğumuz hiçbir egemen rol ikna etmedi onu… Sanki gizli bir öç duygusuyla bizi hep akıp giden hayatın bir adım gerisinde tuttu… En çok bu yüzden gerçek kötülük bize bir zamanlar en yakın olmuş birinden gelirdi hep… Nefret artık sevgiye susamışlık demekti…

Her şey vardı, ama aslında hiçbir şey yoktu. Bunun anlamı içimizdeki ıssızlıktı…

Gökyüzünde akıp giden kainatının o büyük nehri giderek kurudu. İçimizde başlayıp bizi bizden çok uzaklara götürecek olan bu nehir kuruyunca evinin anahtarını kaybetmişlere döndük. Her yere gidebilirdik ama, kendimize, içimize asla. Her şeyi bilebilirdik ama, kendimizi asla… Herkes için konuşabilirdik, ama kendimiz için asla… Fedakarlık bile bir kurnazlık sorunuydu artık…

İçimizin kapısı kapalı olduğu için sevgilimize verdiğimiz sözün hiçbir hükmü yoktu. Bu yüzden aklımız giremediğimiz içimizde, kilitli kapılarımızın önünde oturur, zamanın geçmesini beklerdik. Zamanın o duygusuz zarını yırtmak ister, sığınacak bir yer arardık. Zaman ses vermezdi, çünkü o dışarının zamanıydı. Cansız nesnelerin. Hep daha fazla, hep en büyük başarıya sahip olmadıkça yaşadığını hissetmeyen insanların… Bir zamanlar korunmak isteğiyle içine girdikleri kabuktan başka bir şey olmayan insanların zamanı…

Büyülendiğimiz dışarının oyuncakları gibiydi artık sevgi sözcükleri, bu yüzden kirlenmesi ya da temiz kalması önemli değildi… Kurgulandığı anda, hemen herkese ilan edilebilirdi. Ne kadar çok kişiye söylense o kadar iyiydi. Herkes bilmeliydi. Nasılsa ömrü pahalı ama çabucak bıkılan bir oyuncağın ömrü kadardı. Başlarken biliniyordu, belli ki çok sürmeyecekti…

Bizi olgunlaştırmak şöyle dursun, artık manevi  yeteneklerimizi  sınırlamaya başlamıştı çektiğimiz acılar… Bir zamanlar gökyüzünden akan kainatın nehrine karışıp gitmek için kutsal bir sır gibi saklanan acıların şimdiki halini anlatmak için tek bir örnek verip susmak istiyorum:

Bu anlattığım örnek gerçektir. İsterseniz, sizi ikna edebilmek için gerçekten daha gerçek diyeyim.

İstanbul’daki bir semtte genç bir çocuk cinayete kurban gitmiştir. Televizyoncular haber alır. Çocuğun evine giderler. Evdeki  her şeyi  çekerler, çekim sırası anneye gelir. Anne toparlanır, eşarbını düzeltir, gözyaşlarını siler hafifçe… Ve işlerini bitirip kapıdan çıkmaya hazırlanan kameramanlardan birine telaşlı bir merakla sorar: Ne zaman yayınlayacaksınız oğlum?

Seni tutan bir şey var

Durmadan bardakları, tabakları

Ellerini düzene sokmaya çalışan

Ellerin söylüyor bunu

O yüzden böyle ellerin

Telaş içinde ortalığı topluyor

Ellerin kalbine rakip

Ellerin ömrüne

Bir gün bir şey yapacaksın

Ve her şey yıkılacak

Bunu biliyorsun

Bu yüzden

Bozulmadan akmalı her şey

Hep gizli bir umutsuzluk tutan seni

Hayatını yaşamaktan

Onun orada olmadığını bildiğin içindi

Kalbi kalbine eş…

Yaşlanmadın sen büyünden çaldın

Her defasında gözlerini yakarak

Gördüğünü bir tek kendine saklayarak

Git artık hiçbir şey görmemiş gibi

Yaparak…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi