O ziyan olan hayatımız bizi seyrederdi...

Ne zaman yaşamaya karar versem, dünyanın en umutsuz insanında durabiliyorum ancak…

Her şey burada… Ne yazık ki ve ne iyi ki burada… Bunu fark edince garip bir acıyla savruluyor kalbimiz… Bilmediğimiz bir boşluktan sesimiz geri geliyor… Ama yine de bilmezlikten geliyoruz ne denli büyük kuşatılmışlığımızı… O küçücük hayatımız meğer ne büyük kuşatılmış: Bilmezlikten geliyoruz… Yaşadığımız o lanet zamanlar, içimizi daraltan hep o çok iyi bildiğimiz bunalımlar, sanki daha büyük o bilmezden gelişlerimizden…

Hepsi bu kadar işte… Bu güne dek ne yaşadımsa bu dört duvar odamda… Gözlerim, ellerim, delik deşik öfkelerim, sıtma nöbetine tutulmuş umutlarım, bu güne dek gezip gördüğüm her yer, izin aldıklarım ve çiğnediğim yasaklar… Her şey burada, bu dört duvar arasında…

Odamı… Bu dört duvarı küçümsemeyi ve uzakta bir yerde bir başka hayat olduğunu kim öğretti bana… Gözlerim ve kalbim niye hep uzakta benden… Niye hep uzağındayım her akşam, her gece gelip sığındığım bu dört duvar odamdan…

Kime ait bu yalnızlık… Kime ait bu küskünlük… Kime ait bu gece… Kendimi görebilmem için kendimden ne kadar uzağa gitmem gerekecek…

Ne zaman yaşamaya karar versem, dünyanın en umutsuz insanında durabiliyorum ancak… Yeniden başlamaya dünyanın en umutsuz insanından başlıyorum… Ne zaman sevmeye karar versem, dünyanın en sevilmeyen insanında tutunabiliyorum ancak… Yeniden sevmeye ancak ondan başlıyorum… Önümde koca bir dünya, koca bir hayat: Arkamda o dört duvar odam bile yok… Arkamda dünyanın en umutsuz, en sevilmeyen insanı bile yok… Ölüm bile, yalnızlık bile yok… Bütün gece telefon defterimi karıştırıp konuşacak bir insan aradım… Karşıma çıkan ilk insana içimde birikmiş ne kadar sevgi varsa vermeye niyetlendim… Bir düşünceme önce o dört duvar odam inanamadı… Sonra bütün dört duvar odalar… Neyse ki herkes yorgun, uykuda; neyse ki herkes kendi yolundaydı… İyi ki vardılar ve iyi ki yoktular… Zaten ben kimi aradıysam kendimi bulmak için arıyordum… Ama bunu hep bilmezlikten gelirdim… Hem ne zaman kendimi ararsam, bilmediğim, tanımadığım ama yine de hep haklı bulduğum o insanlar girerdi o dört duvar odama…

Ne zaman yalnızlık hissetsem, ne zaman sıkılsam kendimden, ben hep onları arar, onların olduğu yere giderdim… Ve onlarla hep yalnızlık ve insanın kendinden sıkılması üzerine konuşur, sonra yine dört duvar odama dönerdim… Böyle gecelerde yalnızlığım daha bir çoğalmış, odam daha bir daralmış gelirdi bana… Üstelik yalnızlığımdan kurtulmak için çıktığım sokaklardan, hiç tanımadığım, bana hep yabancı ve beni sabahlara dek inciten ve azarlayıp duran o insanlarla odama geri dönerdim…

Ve yine gecelerine geri almak üzere sabahın o yorgun kıyısına bırakırlardı beni… Tam gün ışımaya başlarken… Ağrılarım usul usul dinerken… Beni bana bıraktıkları o birkaç saat ve kirletilse de bana artık çok acı vermeyen masumiyetimle uyumaya çalışırdım…

Sabaha karşı olan saatler sabaha çok direnemezler… İnsanın giremediği neresi varsa oraya insanın o çok eski korkusu sokulur…

Ve dünyanın en mağrur ve en güçlü ışığıdır sabah ışığı… Çünkü yaptığı hiçbir şeyden pişman olmaz… O kocaman avuçlarıyla bütün mumları söndürür. Lambaları sırlarından soyup çırılçıplak bırakır… Her şeyi unutmuşken, bizi yeniden dışarı çağırır… Nerede kaybetmişsek oradan, nerede kazanmışsak kaldığımız yerden… Kaybetmişlere kazanmayı, kazanmışlara kaybetmişliği acıyla hatırlatarak dışarı çağırır ve hayatı hatırlatır…

Geceyle sabah arasında bütün yenilgilerden ve bütün kazananlardan uzak ve gizli bir zamanın içine saklanıp uyumayı bence en çok o küçük odalarını küçümseyenler başka hayatları özleyenler istemiştir…

Kendi acılarını, kendi özleyişlerini küçümseyip,  başkalarının kendilerini aramadığına üzülenler istemiştir…

Kendi mahvoluşunu küçümseyip, başkalarının gözündeki mahvoluşuna üzülenler istemiştir…

Neredeyse yıllardır kendini aramayıp, başkalarının kendilerini aramadığına kırılanlar istemiştir…

Anlayamazsınız odanıza izin almadan giren o insanları… Durmadan kendilerini anlatıp onay beklerler… Dünya hep onların etrafında dönsün, bütün ışıklar onları aydınlatsın, bütün dünya nimetleri en doğal hakları olsun isterler… Bunlar olmakta biraz gecikince kim çıkarsa karşılarına onları incitip kırma, onları kendisi için istediği her şeyden ebediyen yoksun kılma cezasını hak görürler…

Odalarını ve acılarını küçümseyenler kendilerinden çok hep onların peşinden koşar… Kendilerini yıllardır bir kez olsun aramayanlar hep böylesi insanları ararlar… Kendi karanlığını küçümseyenler buldukları bütün ışıkları onlara taşırlar… Dünya nimetlerini kendilerinde bir suç, ama onlar için bir hak görürler… Anlamazlar onları, ama yine de onaylarlar…

Mahvoluşlarının ateşinde yüzlerini seyretmek varken, hep onlar aydınlansın ve o ateşte hep kendilerini haklı bulsunlar diye, mahvoluşlarını onlar için yakıp dururlar…

Oysa her şey burada… Mahvoluşunu onlar için yakanlar odalarını ve acılarını onlar için küçümseyenler de biliyor aslında: Her şey burada… Ne iyi ki, ne yazık ki hep burada… Biliyor musun bu gerçeği en çok sen, en çok senin hayatın öğretti bana… Ben seni o dört duvar odanda tanıdım. İşte hayatın hepsi burada, başka yerde hiçbir şey yok, derken… Ben seni mahvoluşunun ateşinde yüzünü seyrederken tanıdım… Tapardın kendi karanlığına… Ve o paramparça umudumu bile küçümserdin… Yaşayabilmek için benliğimi öldüremem, derdin… Bunu inatla ve içimi kanatarak söylerdin… İsterdin ki bana ait olmayan her şey birer birer yıkılsın… Beklentilerim, umutlarım olduğu için hayatı derinden hissedemediğimi düşünürdün… Sense kendi yıkılışından sonsuz bir zevk alırdın… Yıkılan ben değilim, bana ait olmayan şeyler, derdin, yıkılan bu hayatla ilgili beklentilerim, umutlarım, hedeflerim… Öylesine çıplak ve öylesine savunmasızdın ki bir mumdan olabilirdi ölümün… Herkes seni bu hayatın ölçüleriyle görüyor ve çok güçlü sanıyordu… Oysa öylesine çıplaktı ki ruhun ve öylesine açıktı ki bütün kötülüklere bedenin, bir mumdan bile olabilirdi ölümün… Bunca savunmasızlığı, başkalarına çılgınca gelebilecek bunca çıplaklığı korkusuzca yaşaman; kötülükler kadar iyiliklere, iyi ve güzel insanlara, iyi ve savunmasız insanlara açmak içindi kapını… Kimsesiz aşklara, bu dünyada artık kimselerin anlayamayacağı o kimsesiz kalplere ebedi bir yuva olmak içindi… Öylesine çıplak ve öylesine savunmasızdın ki, ölümün artık senin elindeydi… İsteseler bile kimse bir şey yapamazdı sana… Böylesi bir hayatta saf kalman gibi bir mucizeydi bu da…

Böylesi bir hayatta saf kalman nasıl bir mucizeyse ölümün de öyle olacaktı senin… Bir mucizeyle ölecektin… Bir mumdan olacaktı ölümün… Ya da sen herkese açtığın o savunmasız kalbinle yine de yapayalnız kaldığın odanda bir gece gözlerine bakacaktın: Seni kimse değil, seni gözlerin öldürecekti, gözlerindeki o çok bilge çocuk… Gözlerin, gel artık, bırak direnmeyi gel yanıma, diyecekti…

Gözlerin benim o güzel mahvoluşumdu… Gözlerin yıkılışımdan duyduğum o sonsuz sevinçti… Gözlerin hayatın bütün rastlantılarına açıktı… Gözlerin benim belki de ilk ve son kez çıplak olarak dokunabileceğim o son ışıktı… Ardında ölüm bile olsa… Çünkü hep kaybederek büyüdün sen… Bir veda halinde sevdin… Hep bu hayatta olmayacak bir sevdaya hazırlanarak büyüdün… Ve her defasında bir yaprak gibi önüne düştü kaderin… Kaybettiğinde, işte yine beklediğim oldu, dediğinde ateşe eğilen yüzünü hatırlıyorum: Hep bilerek, hep bilerek yitirmenin o çılgın hüznüyle hatırlıyorum seni… Öylesine savunmasızdın ki, hüznün kendini unutup bir anne gibi sarılırdı sana, için çok acımasın diye… Yüzün yüzüne sarılırdı… Ellerin ellerine… Kalbin kalbine sarılırdı o büyük acıdan korumak için seni… Oysa sen çocukluğundan biliyordun: Çok sevince, boşluğa açılan bir kapı oluyordu hayat… Öyle çok seviyordun ki seni orada öylece gözlerinle, gözlerindeki o bilge çocukla baş başa bırakıp gidiyorlardı… Öyle çok seviyordun ki, hayatta kalman hep bir mucize sayılıyordu… Öyle çok seviyordun ki, içimde benim bile görmediğim kaybolmuş sevdaları görüyordun…

İşte bu yüzden o dört duvar odamda seni düşünüp sana yazarken her şeyin aydınlığını düşünürdün… Seni anladıkça büyürdü umutsuzluğum… Seni anladıkça daha bir aydınlanırdı odam… Sana yazdıkça ölümü özleyen gözlerin tanrım olurdu… Sen ölürsen bu hayat benim için ebediyen yok olurdu… Sen ölürsen bu umutsuz aşkımıza yazık olurdu…

Kulağımdan öptüğünde sen

Çıkmaz bütün sokakları yeniden severdim

Yeniden severdim o eksik tutkuları,

Kaybetmiş uğultuları,

Yeniden severdim içimden eylül geçen

Ve kimseye yaranamayan mevsimleri…

 

Zaman sevgimizdi ve peşinden sürüklerdi hayatımızı,

Yoksul, karanlık ve çarpık…

Öylesine rakiptik ki bu dünyaya,

O heyecan dolu buluşmalarımızda

Mahvedecek ne çok şeyimiz varmış, diye düşünürdük…

 

Öylesine umutsuzca seviyorduk ki birbirimizi,

O kötü Tanrı bile

Acıyla gülümserdi bize…

Acıyla gülümserdi

Ziyan olan aşkımıza…

 

Kulağımdan öptüğünde sen,

Dünya kendisini seyrederdi bizde…

Kötülüğü oynayan Tanrı kendisini seyrederdi…

O ziyan olan hayatımız bizi seyrederdi…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi