Onlar içimizdeki eksikliği bizden iyi biliyorlardı...

Yolunu kaybedenler yollarını onca insan arasında gelip bize sorarlardı. Hastalar, yoksullar, acı çekenler, ayrılanlar bizden çare umarlardı…

Şimdi sende benim gibi o kalabalık kentlerde, akşam üzerleri, insanların yenik, ama hırslı öfkeleriyle ve kışkırtılmış arzularıyla sokaklara, caddelere çıktıkları zamanlarda içindeki odanın son kapısını da kapatıp, o odanın küçük bir penceresinden seni yok sayan bu dünyaya derin bir kırgınlık ve ihmal edilmişlik duygusuyla bakıyor musun?.

Neden mi soruyorum? Çünkü şimdilerde bu kırgınlık ve ihmal edilmişlik duygusu bana hep seni hatırlatıyor da ondan. Çünkü içimden dışıma çıkıp, dünyaya, hayata karışma isteği senin bana verdiğin cesaretle başlamıştı. Güce ve gösterişe dayalı olan bu ikiyüzlü ahlakın bana her dakika hatırlattığı o zavallı bedenimi bile artık sevmeye başlamıştım neredeyse.

Aşkımız, birbirimizi her gördüğümüzde o önleyemeyeceğimiz acemiliklerimizi, çocuksu saçmalıklarımızı, sakarlıklarımızı tuhaf bir şekilde anlamlı ve önemli kılıyordu. İçimizdeki yakıcı, ağır sancılarla büyüyen o yaban sevdamızı birbirimize anlatmakta her zorlandığımızda birbirimizin gözlerine sık sık ve biraz da çocuksu bir gururla bakmamız vardı ki, kalbimizdeki o saf bilgi yeterdi hayatımızı sürdürmeye.

Hem hatırlasana karnımız acıkmıyor, hiç üşümüyorduk; saatlerce yürümekten yorulmuyor, uyumak istemiyorduk. Güvence, konfor istemiyor, kendimizi korumaya ihtiyaç duymuyorduk. Mülkiyet ve para duygusu bizi zehirliyordu. Birbirimizin kazaklarını, gömleklerini giyiyor, dışardan bizi nasıl gördüklerine hiç aldırış etmiyorduk.

Bilirsin hep arzuladığımız bir şeydi tüketim ilişkilerine ve alışkanlıklara boyun eğmeden yaşamak. Kalbimizde aşk duygusu olmadığında bizi omuzlarımızdan yerin dibine iten o zehirli endişe duygularından hep uzak olmak isterdik. Bize neydi markalardan, araç gereçlerden, ruhumuzu köleleştiren ürünlerden. Bize özgürlük gerekiyordu. Saf, coşkuyla taçlanmış, sevinçli bir özgürlük…

Yolunu kaybedenler yollarını onca insan arasında gelip bize sorarlardı. Hastalar, yoksullar, acı çekenler, ayrılanlar bizden çare umarlardı…

Dünya kutsal bir yer gibi gelirdi bize, bir tapınaktı sanki. Sokakta gözgöze geldiğimiz her şeyde derin anlamlar, açıklanması zor gizler bulurduk. Ağaçlar, çiçekler, terkedilmiş arabalar, metruk evler, akşamları evlerin pencerelerinden sızan hüzünlü ışıklar, semt adları, uzaktan yankılanan sesler de derin ve gizemli anlamlar yüklüydü.

Sanki hiç ölmeyecek gibiydik. Katillerin kör vakitlerde evlerini basıp üzerlerine kurşun yağdırdıkları öğrencilerin bedenlerine bedenlerimizi siper etsek bile hiç ölmeyeceğimizi sanıyorduk.

Aynı anda birçok yerde olmak isterdik. Hem Filistin’de saldırıya uğrayan,aç ve susuz bırakılan insanların; hem de dünyayı Tezer Özlü gibi hisseden, bu yüzden ruhları ve başkaldırıları paramparça edilip ayaklar altına alınan ve elektroşok tedavisine mecbur bırakılanların yanında olmak, onların o soğutulmak istenen kalplerini ve ellerini tutup ısıtmak isterdik…

Sonra bir anlık dalgınlık, bir anlık ihmal… Sen de, ben de tutamamıştık, düşmesini engelleyemediğimiz eşsiz ve sonsuz kırılgan bir varlık gibiydi aşkımız. Sanki bu hayattaki her şey, herkes bize karşı örgütlenmişti. Ve onlar içimizdeki o temel eksikliği bizden daha iyi biliyorlardı. Hiç unutmam, yaban sevdam sımsıcak, yakıcı bir su gibi bedenimi bir anda terkedip yokluğa karışmıştı…

İşte o an güneşi doğuşunu gören vampirler gibi ikimizde daha önce saklandığımız mağaralarımıza kaçmıştık… Ve ardından hemen birbirimizi başkalarıyla kıyaslamaya başlamıştık. Şehirde yaşayan çok kişi gibi aşkımız bitmişti, ama beraberliğimiz sürüyordu. Geceleri mağaralarımızdan çıkıp buluşuyorduk. Ve daha önce tasarlayıp düşündüğümüz ve çok etkili olduğunu sandığımız sözlerimiz ne yapsak birbirimize geçmiyordu. Yaban sevdamız çekip gitmiş, içimiz boşalmıştı. Bu yüzden gözlerimiz ışık geçirmeyen camlar gibiydi.

Her konuda neden sonuç ilişkileri kuruyorduk, akılcı çıkarsamalar yapıyor, ama birbirimizden gizlemeye çalışsak da ikimizde başkaları tarafından ısrarla önemsenmek istiyorduk. Beğenilmek, göze girmek için çırpınan zavallı bilinçlerdik artık. Hiçbir kimse, hiçbir olay içimizde kalıcı bir iz bırakmıyor, yüreğimizi sarsmıyordu. Bu yüzden hep korunmak istiyorduk bizi tehdit ettiğini sandığımız tehlikelerden. Bu korku yüzünden içimize aldığımız o yabancı başkaları kızartıyordu artık yüzümüzü, bu başkaları istiyor diye hep dışımızdakilerle ilgileniyorduk.

Aşkı tanımadığımız günlerdeki gibi kıskanmaya en yakınlarımızdakilerden başlamıştık yine…

Dünyayı ve hayatı eskiden olduğu gibi televizyonda program yapan o çok akıcı konuşan, kravatlı, bilinçli ve gözlerinde kamera olan insanlardan öğrenmeye uğraşıyorduk.

İkiyüzlü ahlakın, sahip olmaya yönelik arzuları kışkırtan tüketim ilişkilerinin ve gösteriş dünyasının parçası olmaya hazırdı artık hep zavallı ve çirkin olduğunu hissedeceğimiz bedenlerimiz…

Aç bırakılan köyler, bununla yetinilmeyip yakılıyor, katiller kör vakitlerde öğrencilerin masum bedenlerini kurşunluyor, hayatı Tezer Özlü gibi hisseden birilerinin o aykırı hayalleri akıl hastanelerinde elektroşokla karartılıyordu.

Artık ne yolda kalmışlar, yoksullar, ayrılanlar, ne acı çekenler bizi farkediyor, ne de hiçbir şey yapmadıkları halde ve öyle kendiliklerinden çevrelerine ışık, sevgi ve barış yayan insanları farkedebiliyorduk.

Biliyorum şimdi sen de benim gibi o kalabalık kentlerde akşam üzerleri insanların yenik, ama hırslı öfkeleri ve kışkırtılmış arzularıyla sokaklara ve caddelere çıktıkları zamanlarda, o son kapını kapatıp içine girdiğin odandaki küçük bir pencereden seni yok sayan dünyaya derin bir kırgınlık ve o hep ihmal edilmişlik duygusuyla bakıyorsundur. Herkes gibi, o binlerce hiç kimse gibi...

Önceki ve Sonraki Yazılar
Cezmi Ersoz Arşivi