Süveydâ

İşte o andan itibaren kan simsiyah akmaya başlar. Buna Süveydâ, denir…

Trafik kazasında sevgilisini kaybetmiş birinin televizyon muhabiriyle konuşmasını seyrediyordum. Öylesine doğal, öylesine sıradan bir şeymiş gibi anlatıyordu ki sevgilisinin ölümünü, sanki üzerinden büyük bir yük kalkmış, rahatlamış gibiydi. Gözlerindeki o donuk pırıltıda ölen sevgilisini çoktan unuttuğu, asıl önemli olanın kendisi, kendi varlığı olduğu anlaşılıyordu… O ayaktaydı, o yaşıyordu, o iyiydi… Sevgilisi için, sanki onu hiç tanımıyormuş gibi bir ifadeyle; O artık içimde yaşayacak, diyordu, sonsuza dek içimde yaşayacak…

Kamera üzeri beyaz bir çarşafla örtülü olan ölüyü yakın plan göstermeye başlayınca bütün benliğimi derin bir sızı kapladı. Beyaz çarşafın altında hareketsiz yatan o insana sımsıkı sarılmak istedim… Sanki bendim orada yatan. Anlatacakları eksik kalmış, yaraları öylece açıkta, kapatılmadan; kim olduğunu anlatamadan susmak zorunda kalmıştı… Artık onun öyküsünü başkaları anlatacaktı… Onun anlatılan, hakkında söylenilen hiçbir şeye müdahale etme hakkı yoktu… Sonsuza dek susturulmuştu. Ölümden bile daha acı bir gerçekti bu. Ölümden bile adaletsiz…

Çoğu kez ölümün bu hayattan bir kurtuluş olduğunu sanırdım. Ama değilmiş, anladım. İnsanın asıl öyküsünü anlatmadan ölmesinin, onun aslında hiç tanımayan, ama çok iyi tanıdıklarını iddia edenlerin insafına kalmasının sonsuz bir esaret olduğunu belki de ilk kez bu kadar derinden hissettim… Ve bu hissediş anından itibaren ölümle aramda korkunç bir yarış başladı… Aslında beni hiç tanımayan, ama tanıdıklarını iddia edenlerin insafına bırakmayacaktım hayatımı… Ölmeden önce öykümü anlatmalıydım. Sonsuza dek susturulmadan önce kim olduğumu bilmeliydi tanıyan, tanımayan…

Peki bu mümkün müydü… İnsan birini deliler gibi severken kim olduğunu anlayabilir miydi… Sanmıyorum, insanı bu haldeyken, sadece şunu söyler: Ne oldu bana, ne oldu…

Kendisiyle ilgili bütün doğrularını kaybeder. Bir başka akışa, damarında kapkara akan bir kana teslim olur… Çünkü dört sıvı vardır insan vücudunda. Biri de sevdadır. Sevda dedikleri kara, küçük bir kan pıhtısıdır. Gelir kalbin en içteki, en gizli bir yerine saplanır kalır. Ve oradan bütün vücuda yayılır. İşte o andan itibaren kan simsiyah akmaya başlar. Buna Süveydâ, denir… İçinizde, damarlarınızda bu kan aktığı sürece artık iflah olmazsınız... Kendinizden koparsınız. Bildiğiniz bütün zamanlardan. Gerçekliğinizden, dünya görüşünüzden, beklentilerinizden… Uyku tutmaz olur geceleri. Bitkin düşüp uyuduğunuzda yine onu görürsünüz o simsiyah kana bulanmış rüyalarınızda. Uyandığınızda yine onun ismiyle uyanırsınız. Mıh gibi saplanmıştır yüzü yüzünüze… Giderek delirdiğinizi, onu aklınızdan atamazsınız mahvolup gideceğinizi, artık buna bir son vermek gerektiğini söyleseniz bile nafiledir. İçinizdeki o ses ne derse desin, siz doğru bildiğinize değil, mahvoluşunuza doğru koşarsınız. Yanlışınıza… Bütün dünyevi arzularınızdan kopmuşsunuzdur. Beklentilerinizi, umutlarınızı, ihtiyaçlarınızı kendinizi silmişsinizdir. Bütün zamanların dışına çıkmışsınızdır… Hayatınız ortalık bir yerde kalmış, siz onun tersine doğru koşmaya başlamışsınızdır… Bilirsiniz, sizin için dünyanın en yanlış insanıdır o… Gerçekte sizi sevmiyordur. Sevmeyi bırakın, kim olduğunuzu bile bilmiyordur. Aşkınızın önünde küçük düşme düşmek için durmadan ona kendinizi anlatmaya çalışırsınız bu bu yüzden. Duymaz bile. O sürekli kendisiyle meşguldür çünkü. Dünyaya nasıl baktığınızın, düşlerinizin, arzularınızın, ihtiyaçlarınızın onun gözünde hiç önemi yoktur. Sizin ayrı, farklı bir insan olduğunuzun bile farkında değildir. O dünyayı kendi zihninde taşır. Ve sizi bu dünyasının parçası kılmaya çalışır…

Hatta siz ben ayrı birisiyim, benim umutlarım, beklentilerim, düşlerim var, dedikçe kendisini yeterince sevmemekle, uzak kalmakla suçlar… Bu yüzden durmadan incitir sizi, küçümser, aşağılar… Sevmeyi bilmemekle, bencilikle suçlar… Bunu öylesine etkili bir şekilde yapar, size bunu öylesine derinden hissettirir ki, kendinizi değil, onu haklı bulmaya başlarsınız… Onu eksik sevdiğiniz, ona yeterince kendinizi vermediğiniz için suçluluk duymaya başlarsınız… İşte o zaman damarlarımızda kan daha siyah akmaya başlar. O siyah kanda sadece onu görürsünüz. O aynada kendini seyreder. Siz durmadan aynaya bakan onu seyredersiniz… Karşıtınıza dönmüşsünüzdür. Onun gözünden kendinizi görmeye başlamışsınızdır, yargılamaya… Artık eksilmeye başlamışsınızdır. Umutlarınızı, düşlerinizi, beklentilerinizi bilinmez bir tarihe erteledikçe ona direnme gücünüzün azaldığını hissedersiniz… O kendini üstün gördükçe siz kendinizi küçük görürsünüz. O sizi incittikçe, küçümsedikçe ona biraz daha bağlandığınızı hissedersiniz… Ona her teslim oluşunuzda kendinizi ömrünüzden bir kez daha düşersiniz… Gelip açtığı yara sizin elinizden çıkmıştır. Yaranızın sızısı size ait değildir sanki… O yıllardır herkeslerden gizlediğiniz, gelip kimseler kanatmasın diye büyük bir çabayla üzerini örttüğünüz yaranızı sizi hiç tanımayan birine göstermiş, onun kanatmasına izin vermişsinizdir…

Artık onun elindedir yaranız. Onun insafındadır…

Hayatınızın onun elinde mahvoluşuna durmadan anlamlar yüklemeye çalışırsınız… Bugüne dek kimse değil, bir tek o yaranızı kanattığına göre onunla aranızda mutlaka büyülü bir bağ vardır. Kaderinizdir o sizin… Kendinizde yıllardır eksik bulduğunuz, yanlış bulduğunuz ne varsa o tamamlayacaktır. O büyük boşluğunuzu o kapatacaktır… O iflah olmaz can sıkıntınızı, o nereye gitseniz, kimle olsanız, burası olmak istediğim yer değil, bu o kişi değil, dediğiniz yerde çıkmıştır karşınıza… Bu duvarın dibinde sıkışıp kalmışlığınızı, bir türlü ilerlemeyen zamanınızı o çıkaracaktır sonsuz bir açıklığa, yolumuzu enginlere o açacaktır…

Yarayı o açtığına göre yaranızın anlamını, tedavisini bir tek o biliyordur diye düşünürsünüz…

Çocukluğunuzda maruz kaldığınız haksızlıkları, acıları; sizi sevmesi gerekenlerin sevmeyip açıkta bıraktığı yerleri, yıllardır yaşadığınız onca istismarı o giderecek, o kapatacak, o silecektir…

Sizi sevmesi gerekenlerden zamanında alamadığınız ne varsa cömert bir anne gibi o size verecektir…

İçinizde yıllardır gizlediğiniz hayal kırıklıkları onunla açığa çıkmıştır… Onunla açığa çıkmış hayal kırıklıklarınızı ona duyduğunuz sevgi zannedersiniz… Size uyguladığı her şiddeti aşkının ne kadar derin olduğuna, sizi ne kadar yoğun sevdiğine yorarsınız…

Siz onu ne kadar sevmeye çalışırsanız çalışın onun gözünde hep yetersiz kalacaktır… Sevdiğinizi ne kadar kanıtlamaya uğraşırsanız uğraşın, o yine de sevmeyi bilmediğinize inandıracaktır sizi… Bu yüzden sizi incitip küçümsedikçe onu eksik sevdiğinize yorar, durmadan bir köle gibi sevginizi kırbaçlarsınız… Ona duyduğunuz hayranlık arttıkça yaranızı daha çok kanatmasını istersiniz ondan… Onu güçlü ve cömert buldukça kendinizi güçsüz ve çaresiz bulmaya başlarsınız…

Oysa ne cömert bir annedir o, ne de sevmeyi  herkesten iyi bilen büyük bir sevdadır… O aslında sizden daha çaresizdir, sizden daha güçsüzdür… Sevgi dediği, aşk dediği kendisine duyduğu o büyük güvensizliktir aslında… Bu büyük güvensizliği gizleyebilmek için durmadan kılıktan kılığa girer… Bazen sevgi dolu, cömert bir anne; bazen acımasız bir bencil biri olur. Önce kanatır yaralarınız, sonra kanattığı yerleri öpüp okşamaya başlar… Birden hiç ummadığınız kadar yaklaşır size, sonsuzluk bağlılık vaat eder… Hep böyle olacak zannedersiniz… Hep böyle ışıl ışıl bakacak, sizi hep anlayacak, hiç gitmeyecek… Sonra birden aşk dolu yüzü silinir, bilinmez bir uzaklığın ardından bakmaya başlar size. Sizi birkaç gün önce göklere çıkartıp yüceltirken bir anda küçümsemeye başlar. Sizden çok şey beklerken, sizi hayatının anlamı sayarken, birden bire size son derece kayıtsız davranır… Davranışları tutarsızlaşır, gerçekte ne istediğini anlamakta zorluk çekersiniz…

Neden böyle yaptığını, sorduğunuzda; Beni bu hale sen getirdin, beni kendinden sen uzaklaştırdın, der…

Ve artık öylesine yenilmişsinizdir ki ona, bu sözlerinin altında derin, hiç bilmediğiniz anlamlar aramaya, dahası onu haklı bulmaya ve hep olduğu gibi onu yeterince sevmediğinize; onu yitirdiğinizde sonsuza dek kimseyi sevemeyeceğinize, kimselerin de sizi sevmeyeceğine bir kez daha inandırışınız kendinizi…

Oysa o sizi bırakıp gitmemiştir. Sizi belli bir uzaklıktan izlemekte, direncinizin ne zaman kırılacağını beklemektedir… Sizi kontrol çemberinize almış, sizi oradan gizlice seyretmektedir… Çünkü sizde açtığı yaranın farkındadır. Bu yarayla tek başına kalmanın ne denli acı verdiğini iyi bilmektedir… Çünkü kendisi de yıllardır o yarayla yaşamaktadır… Kendi yarasını kanatarak iyileştirdiğini de… Onun da yarası ağırdır… Onun da tahammül gücü sınırlıdır aslında… Sizin ondan beklediğinizi o da sizden beklemektedir aslında: Çocukluğunuzda maruz kaldığı haksızlıkların, acıların; onu sevmesi gerekenlerin sevmeyip açıkta bıraktığı boşlukların, yıllardır yaşadığı istismarların bedelini size ödetmeye çalışmaktadır…

Bu yüzden sizin ona geri dönmenizi beklerken yeni kurbanlar aramaya başlamıştır çoktan… Ama siz ona direndiğiniz, ona tamamen teslim olmadığınız, ona karşı çıktığınız için unutamaz sizi… Çünkü sizi teslim almaya çalışırken farkında olmadan siz de onun yarasını derinden kanatmışsınızdır… Sizin geri dönmemek üzere gitmeniz kendisine duyduğu güvensizliği daha da büyüyecektir…

Zaten siz biraz güçlü olsanız, yaranızı asla onun kapatamayacağını anlayıp kendinize geri dönmeye başlasanız hiç beklemediğiniz anda karşınıza çıkacak, yine size o cömert anne yüzüyle bakacak; Hadi kaldığımız yerden devam edelim, yitirmeyelim bu aşkı diyecektir… Ama her defasında önce sizin direnciniz kırılır; arasa dersiniz, dönüp gelse, gelse de açtığı bu yarayı kapatsa… Sizle konuşmasa da, sizden uzakta olsa da bunları söylediğinizi hisseder… Çünkü sizin yaranız ne zaman sızlasa, onun da yarası sızlar… Çünkü onun isteklerine tamamen boyun eğmediğiniz, zaman zaman geri çekildiğiniz için benlikleriniz çoktan birbirine kaynaşmıştır… Sizin vücudunuz onun vücudu, onun vücudu sizin vücudu olmuştur… Yaralar birbirine karışmıştır… Sızılar birbirine…

Ve ölümcül dans yeniden başlar. O uzaklaşmasın, kanattığı yaranızla birlikte sizi öylece terk edip bırakıp gitmesin, diye elinizdeki son umutlarınızı, son beklentilerinizi, düşlerinizi onu geri çağırmak için harcarsınız… Kendinizi bir kez daha siler, ömrünüzden düşebildiğiniz kadar düşmeyi göze alırsınız… Öyle ki o yine geri döndüğünde artık sizden bir şey kalmamış olur size… Çünkü ancak öyle geri gelir o… Hayatınızın kontrolünü tamamen eline geçirmek için geri gelir… Artık siz ondan ayrı birisi değil, onun bir parçası haline gelmişsinizdir. Sizi böylesine derinden seven biriyle çatışmanın anlamsız olduğunu düşünürsünüz… Hiç direnmeden hayatınızın kontrolünü onun eline bırakırsınız… Artık sizi istediği gibi acıtır, kırıp incitir. Sizin benliğinizi kendi benliğinin içine almıştır. Mahremiyetinizin, özelinizin onun ve sizin için artık hiçbir anlamı kalmamıştır… Hem sizi bu denli seven birinden ayrı, özel, gizli neyiniz olabilir ki… Telefonunuza gelen mesajlarınızı kontrol eder, mektuplarınızı açar, kimle görüşüp görüşmeyeceğinizi o tayin eder… Gönderilmiş maillerinize bakar… Bütün kapılarınızın, bütün çekmecelerinizin anahtarlarını alır sizden… Ona verdiğiniz benliğinizin, kişiliğinizin anahtarlarının yanında kapılarınızın, çekmecelerinizin anahtarlarını vermişsiniz, çok mudur?...

Artık isteği olmuştur. O derin güvensizliğini sizin teslimiyetinizle kapatmış; o itaatkar, o hayran bakışlarınızda kendi yarasını sarmıştır… Hiçbir direnç görmeden içine almıştır sizi… Onun için hiçbir anlamı yoktur varlığınızın… İçindeki o büyük boşlukta kaybolmuşsunuzdur… Artık gönül rahatlığıyla ve arkasına bir daha hiç bakmadan terk edip gider… Sizi soranlara da, tıpkı o trafik kazasında sevgilisi ölmüş insan gibi, gözlerindeki o donuk parıltıyla; aslında onu hiç tanımamışım, der…

Belki de ilk kez doğruyu söyler… Kendisini bunca yıldır nasıl tanımadıysa sizi de gerçekte hiç tanımamış, dahası tanımak için hiç uğraşmamıştır… Çünkü bu dünyada kendisinden, o büyük boşluğundan başka kimse yoktur onun için… Bu yüzden onun için katlanılan hiçbir acı, ona yapılan hiçbir iyilik iz bırakmaz onda…

Sizse onun açtığı yarayla bir başınıza kalırsınız… Üstelik eskisinden daha çaresiz, daha güçsüz… Onunla birlikteyken durmadan kırbaçlandığınız sevginizle kan içinde kalırsınız…

Daha da ıssız, daha da anlamsız bir dünyada kalırsınız… Yaranız süveydâyla, o simsiyah kan pıhtısıyla hala kanayıp durduğu, bıraktığı sızı hala acıttığı için kimseleri sevemeden, bir hayalet gibi kalırsınız… Yaranızı kanatıp gitmiştir işte… O açılan yaranın hayatınızın kara kutusu olduğunu, bütün hakikatinizin, doğrularınızın ve yanlışlıklarınızın o yarada yattığını bildiğiniz için onun bıraktığı yerden siz yaranızı hala kanatmaya devam edersiniz… Bu karşılıksız aşkın lanetini tek başınıza üstlenirsiniz…

O ise içine alıp öldürdüğü için sizi unutup gitmiştir çoktan… Ölmemek için öldürmüştür sizi kafasında… Çünkü artık ondan ayrı, ondan farklı bir kişiliğiniz, varlığınız kalmamıştır… Aynadaki yüzünü, içindeki boşluğu haklı çıkartacak başka kurbanlara ihtiyacı vardır onun…

Ama siz ona hep yaşatırsınız içinde… Ölmesini ya da kalbinizde unutulup gitmesine bir türlü izin vermezsiniz… Çektirdiği acıların, verdiği eziyetlerin hesabını sormak, intikam almak için değil…

Kimseler değil, neden sizin için dünyanın en yanlış insanı olan o açmıştı yaranızı, işte bir gün bunu anlayabilmek için hep yaşamasını istersiniz onun…

Ve bunu anladıktan sonra, onda kalmış öykünüzü, onda kalmış aşkınızı geri alabilmek için onun hep yaşamasını istersiniz…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi