'Gazi Meclis'te mahşerin dört atlısı!

HDP ile olduğu gibi, Hayastan ve Yukarı Karabağ’daki Ermeni ulusuyla dayanışmada olmak, kendine 'demokratım', 'insan hakları savunucusuyum' diyen her bireyin kaçınılmaz görevidir

İslamo-faşist yönetimin son HDP operasyonuyla iyice azgınlaşan saldırganlığı ve terörü karşısında insan haklarına ve özgürlüklere içtenlikle saygılı tüm muhalefet güçlerinin, siyasal partileriyle, sivil toplum örgütleriyle ve medyasıyla ortak tavır almaları, hele Meclis’te temsil edilen muhalif partilerin CHP’si ve İYİP’iyle AKP-MHP çetesine karşı HDP’yle bir blok oluşturması gerekirken, Yukarı Karabağ olayları imdatlarına yetişti…

Bu olayların arka planını, Türk kara ve hava kuvvetlerinin gerektiğinde Ermenistan’ı ve Yukarı Karabağ’ı Azeri ordusuyla birlikte vurmak için haftalardır Azeri topraklarında üslendiğini hiçe sayarak yayınladıkları ortak bildiride AKP, MHP, CHP ve İYİP şöyle diyor:

"Türkiye Büyük Millet Meclisinde grubu bulunan siyasi partiler olarak, Ermenistan silahlı kuvvetlerinin 28 Eylül'de Yukarı Karabağ'da ateşkesi ve uluslararası hukuku ihlal ederek ağır silahlarla Azerbaycan sivil yerleşim yerlerini ve askerlerini hedef alan saldırılarını en güçlü şekilde kınıyoruz. Uluslararası camiayı, bugüne kadar Ermenistan'ın işgali ve sorumsuz saldırıları sebebiyle zarar gören Azerbaycan'ın yanında olmaya davet ediyoruz. Bu vesileyle Gazi Meclisimizdeki siyasi partiler olarak, şehit düşen Azerbaycanlı kardeşlerimize Allah'tan rahmet, gazilere acil şifa ve can Azerbaycan'a başsağlığı dilerken, milletimizin dayanışma iradesini bir kez daha güçlü bir şekilde vurguluyoruz."

TBMM’ye "Gazi Meclis" yakıştırması ilk kez yapılmıyor… 15 Temmuz 2016 çakma darbesinin hemen ardından, henüz İYİP’nin kurulmamış olduğu dönemde, AKP, MHP, CHP ve HDP imzasıyla yayınlanan ortak bildiride de aynen şöyle deniyordu: "Herkes bilmelidir ki, bugün olduğu gibi gelecekte de milletimize, millî iradeye, Gazi Meclis’e uzanacak her el, karşısında TBMM'nin çelikten iradesini bulacaktır."

Bu kez yayınlanan "Gazi Meclis" bildirisinde HDP’nin imzası yok, iyi ki de yok… Olması da mümkün değil, çünkü Türkiye’de demokratikleşme ve yurt dışında barışçıl ilişkiler için mücadele veren HDP’nin yöneticileri, seçilmişleri, militanları Kobani operasyonuyla birbiri ardına tutuklanmakta, tıpkı daha önceki Kürt partileri HEP, HADEP, DEHAP, DTP gibi onun da varlığına son vermek, 2024’de ya da erken tarihte yapılacak bir seçimle katılmasını engellemek için komplo üzerine komplo uygulanmaktadır.

"Gazi Meclis" nitelemesine gelince… Bildiğimiz kadarıyla "gazilik" özünde İslamiyet’i yaymak için gazaya katılanlara verilen bir ünvandır. Buyurun, Türk Diyanet Vakfı’nın yayınladığı İslam Ansiklopedisi’ndeki "Gazi" tanımı:

"Gazi kelimesi (çoğulu guzât, guzzâ, guziy), ‘hücum etmek, savaşmak, yağmalamak; din uğrunda cihad etmek’ mânasına gelen gazânın (gazve) ism-i fâili olup savaşta başarı kazanan kumandanlara, hatta hükümdarlara şeref unvanı olarak verilmiştir. Gazi kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de bir yerde çoğul olarak yer almakta (Âl-i İmrân 3/156), başka bir yerde de ima yoluyla şehidlikle birlikte zikredilerek övülmektedir (et-Tevbe 9/52).

TBMM’yi de İslamiyet’in "gazi meclisi" yapmayı başaran AKP, Kılıçdaroğlu’nun da biat ettiği Yenikapı Ruhu rüzgarından yararlanıp işi bir adım daha ileri götürerek Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin üzerinde bulunduğu Ankara ili Çankaya ilçesi 7.955 ada 5 parsel sayılı taşınmazın tapu kaydı üzerine 23/11/2016 tarih 88.501 yevmiye numarasıyla "Gazi Meclis, 15 Temmuz 2016" kaydını işlettirmiştir.

Haksız da değiller… 23 Nisan 1920’de kurulan bu Meclis değil mi, daha baştan İttihat ve Terakki’nin ideolojik mirasını üstlenerek daha ilk yılında Türkiye Komünist Partisi liderlerinin Karadeniz’de boğdurulmasına icazet veren, 1925’te Sol örgütlenmeleri ve Kürt direnişini ezmek için ünlü Takriri Sükûn Kanunu’nu onaylayarak istiklal mahkemeleri kurduran, tek parti döneminde de, çok partili dönemde de art arda sıkıyönetimler ilan ederek muhalif güçlere kan kusturtan, askeri mahkemelerin verdiği idam kararlarını onaylayarak Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan başta olmak üzere onlarca devrimci genci idam sehpalarına gönderen?

Bu anlamda TBMM gerçekten "gazi" bir Meclis’tir ve de Yukarı Karabağ ortak bildirisini imzalayan dört parti lideri, ana muhalefet CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu da dahil olmak üzere, bu "Gazi Meclis"teki mahşerin dört atlısıdırlar.

Bu dört atlıdan "sosyal demokrat" etiketlisi olan Kılıçdaroğlu, dün bir televizyonda ortak bildiriden de ileri giderek şöyle diyebiliyor: "Azerbaycan da haklı olarak kendi topraklarını ve halkının çıkarlarını savunuyor. Kendi bayrağını ve vatanını savunuyor. Böyle bir ortamda siz ne yaparsınız? Hangi devlet olursa olsun, Azerbaycan'a koşulsuz destek vermesi lazım. Azerbaycan'ın her koşulda yanındayız. Sadece CHP olarak değil. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, Azerbaycan devletinin vatandaşlarıyla kucaklaşıyor."

Şaşırtıcı değil… Aynı Kılıçdaroğlu değil mi, Türk Orduları Başkomutanı Erdoğan’ın Suriye fütuhatına da, Libya fütuhatına da, "Mavi Vatan" fütuhatına da gönülden destek veren, hattâ Ege konusunda Tayyip’ten de ileri giderek, iktidar olursa Oniki Ada’ya elkoyacağını ilan ederek Yunanistan’a meydan okuyan?

*

"Gazi Meclis"teki mahşerin dört atlısı ne derlerse desinler, Yukarı Karabağ’ın Ermeniler açısından farklı bir gerçekliği var.

Agos yazarlarından Yetvart Danzikyan’ın Artıgerçek tarafından da paylaşılan yazısı son derece öğretici: "Rusya, AGİT ve Avrupa Birliği itidal ve ateşkes çağrısında bulunurken Türkiye yine sorgusuz sualsiz Azerbaycan’ı destekledi ve yine yangına körükle giden bir pozisyon benimsedi. Buraya gelmeden bu son çatışmanın öncesine bakmakta fayda olabilir. Temmuz ayındaki çatışmalardan sonra Ermenistan sık sık Suriyeli savaşçıların Azerbaycan’a yerleştirildiğini söylemekteydi. Yine Temmuz ayındaki çatışmalar ve sonrasında Türkiye, Azerbaycan ile ortak tatbikat yapmakla kalmadı, askeri heyetler de sık sık görüşmeler gerçekleştirdiler. Türkiye Hükümeti de yaptığı her açıklamada sert biçimde Ermenistan’ı hedeflemekteydi. 30 yıla yayılan bu savaşta hiç şüphesiz Ermenistan tarafının da yanlış politikaları ve hamleleri oldu. Ancak mevcut duruma baktığımızda Türkiye’de yaygın olan sorgusuz sualsiz bir Ermenistan düşmanlığı ve savaş şevki. Ne ilginçtir ki muhalif kamuoyu Libya, Suriye ve Yunanistan söz konusu olduğunda resmi anlatılara gayet mesafe ile yaklaşırken mevzubahis Ermenistan ise bu mesafe bir anda kayboluyor."

Bu yazıyı okurken ekrana Belçika’da onyıllardır birlikte anti-faşist mücadele yürüttüğümüz Ermeni dostlarımızın, Belçika Demokrat Ermeniler Derneği’nin bildirisi düştü.

"Bu Türkiye tarafından diktatör Aliyev çetesinin ve Erdoğan'ın 4000 cihatçı paralı askeriyle başlattığı bir savaştır. Türk F-16 uçakları, insansız hava araçları, subay ve askerleri bu saldırıda alenen yer almıştır.

"Azerbaycan, nüfusu Ermenistan nüfusunun üç misli bir nüfusa sahip, yine ulusal geliri Ermenistan’ınkinden dört defa daha büyük olan bir ülkedir. Ancak 25 yıldır kazandığı petrodolarları kendi halkının refahı için değil, çılgınca bir silahlanma ve bölgenin Ermeni nüfusuna ve diğer halklarına karşı yıkıcı bir propaganda için kullanmaktadır.

"Son yıllarda Erdoğan da, Azerbaycan’da hakimiyetini güçlendirip Ermenistan’ı zaafa uğratarak tüm Pantürkistlerin rüyası olan Orta Asya’nın Türkçe konuşan ülkelerine doğrudan bir yol açmaya çalışıyor.

"Bununla da kalmıyor, içeride Kürtlere ve kendi halkına terör ve baskıyı yoğunlaştırırken, Suriye, Irak, Libya'ya saldırıyor ve Akdeniz'de provokasyonlara başvuruyor. Oysa, Yukarı Karabağ halkı binlerce yıllık kendi toprağında kendi yazgısına sahip olmak, özgürce yaşama ve kendi dilini ve kültürünü özgürce kullanabilmek için mücadele veriyor."

*

Belçika’daki Ermeni dostlarımın bildirisi beni kendileriyle ilk bir araya geldiğimiz kırk yıl öncesine götürdü…

12 Eylül 1980 faşist darbesinin kaçınılmaz sonuçlarından biri hiç kuşkusuz Türkiye’den Avrupa ülkelerine doğru zaten mevcut olan siyasal göçün kitlesellik kazanmasıydı. Sadece sol örgütlerin tutuklanma ve işkence tehdidi altındaki yöneticileri ve militanları değil, Evren cuntasının "Atatürkçülük" maskesi altında başlattığı Türk-İslam Sentezi’nden mülhem uygulamalar nedeniyle Türkiye toprağında yaşamlarını günden güne daha da tehlikede görmeye başlayan Kürt, Ermeni, Asuri aileler de legal ya da illegal her olanağa başvurarak sürgün yollarına düşmüşlerdi.

Onlar aslında Orta Asya’dan kopup gelen Türk boylarının 11. yüzyılda başlayan ve günümüzde Tayyip’in Ahlat’ta otağlar kurarak şişindiği "Kızıl Elma"cı fütuhatından önce Anadolu topraklarında var olan Kürt, Ermeni, Asuri uluslarının çocuklarıydı…

12 Mart darbesinden sonra geldiğimiz Belçika’da Ermeni diyasporası 1915 soykırımından kurtulabilenlerin 1920 yılında oluşturdukları Belçika Ermeniler Komitesi bünyesinde örgütlüydü. Bunun dışındaki ikinci diyaspora örgütlenmesi 1978’de Kürt emekçi ve öğrencilerinin kurduğu, sonradan Brüksel Kürt Enstitüsü adını alacak olan Tekoşer’di.

Gerek 12 Eylül darbesi öncesi Türkiye’de yoğunlaşan baskılara karşı mücadeleyi, gerekse bu darbeden sonra faşist cuntaya karşı Avrupa merkezindeki protestoları hep Tekoşer ile birlikte yürütmüştük.

12 Eylül darbesinden sonra siyasal göçün kitleselleşmesinin sonucu olarak Brüksel’de Asuri arkadaşlar Belçika Asuri Enstitüsü’nü ve Ermeni arkadaşlar da Belçika Demokrat Ermeniler Derneği’ni kurarak anti-faşist mücadelede etkin şekilde yer aldılar.

70-80’li yıllardaki Ermeni göçünün öyküsünü 20 Haziran 2019’da Artıgerçek’te yayınlanan "Varto’lu Rakel’in saygıdeğer mücadelesi" başlıklı yazımda Rakel Dink’in ağzından ayrıntılı olarak nakletmiştim.

Bizim Brüksel’de kurmuş olduğumuz çok uluslu Güneş Atölyeleri’ne kendileri Fransızca öğrenmek, çocuklarının da yardımcı dershaneler ve yaratıcı atölyelerden yararlanmasını sağlamak için gelen Ermeni dostlarımızdan birinin sürgün yollarında ailece yaşadığı bir dramla ilgili anlattıklarını unutmam mümkün değil…

Türkiye’de 12 Eylül öncesi yoğunlaşan baskılardan kaçan aile, sığınmak için Avrupa’yı değil, daha yakın olan ve 1915 soykırımından kurtulabilenlerin önemli bir bölümünün yerleşmiş bulunduğu Sovyet Ermenistanı’nı tercih etmişti.

Ancak aile girmeyi başardığı bu ülkede oturum izni almayı beklerken Türkiye’de 12 Eylül darbesi olunca  dönemin Ermenistan yönetimi tarafından "Geldiğiniz ülkede askeri yönetim kuruldu, artık korkacak bir şey kalmadı, size oturum veremeyiz" diye sınırdışı edilmiş, onlar da çaresiz Avrupa yollarına düşerek diğer Varto Ermenileri gibi Belçika’ya sığınmak zorunda kalmışlardı.

Bu anlatılanları, 1986 yılında yine Güneş Atölyeleri’nde gösterdiğimiz Ermeni soykırımı üzerine yapılmış ilk filmlerden biri olan Henrik Malyan’ın Nahapet’ini birlikte seyrettikten sonra dinlemiş ve bayağı sarsılmıştım.

Filmde 1915 soykırımında eşini ve çocuklarını kaybettikten sonra Sovyet Ermenistanı’na yerleşen bir Ermeni’nin geçmişin acılarını gün be gün tekrar yaşayarak yeni bir yaşam kurmaya çalışması Komitas’ın Dle Yaman ezgisinin eşliğinde anlatılmaktaydı.

Geçen haftaki yazımda Türkiye Komünist Partisi’nin Türk-Sovyet dostluğuna halel getirmemek için 12 Eylül cuntasına "faşist" demeyi reddettiğini, parti çizgisindeki FİDEF’in yayın organı Kurtuluş'un 15 Nisan 1981 tarihli sayısının birinci sayfasında Evren ve Brejnev’in fotoğraflarının yanyana basılarak Türk-Sovyet dostluğunun 60. Yıldönümün kutlandığını yazmıştım. Dahası . Türkiye Komünist Partisi davasının başlamasından bir hafta sonra, Barış Derneği davasının başlamasından da bir hafta önce, faşist diktatör 25 Şubat 1982’de Bulgaristan’da şatafatla ağırlanarak "Büyük Balkan Yıldızı" nişanıyla taltif edilmişti.

O yıllarda Ermenistan da Sovyetler Birliği’ni oluşturan cumhuriyetlerden biriydi, bittabi dış ilişkilerde Moskova’dan verilen direktiflerin dışında davranması söz konusu değildir.

Buna rağmen, Ermeni diyasporasının Türkiye çıkışlı yeni kuşağı için de, nasıl bir rejimle yönetiliyor olursa olsun, Hayastan, Anadolu’nun önemli bir bölümünü de kapsayan tarihsel Ermeni anavatanının bir parçasıydı. O ülkede olup biten her gelişmeye son derece duyarlıydılar.

7 Aralık 1988 tarihinde 6,9 magnitüd büyüklüğündeki bir depremin Ermenistan‘ın Leninakan (Gümrü) ve Spitak şehirlerini yıkarak 25.000 kişinin hayatına kıydığı acılı günlerde Türkiye çıkışlı Ermeni dostlarımızın 4 bin kilometre uzaktaki kardeşlerine yardım ulaştırabilmek için nasıl seferber olduklarını anımsıyorum.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra 23 Ağustos 1991'de bağımsızlığını ilan eden Hayastan ile Ermeni diyasporası arasındaki ilişkiler yeni bir boyut kazandı. Bir yandan Belçika’daki Ermeniler Erivan’a uçup kısa bir süre de olsa Ermeni kimliğini kendi toprağında, Ararat’ın gölgesinde yaşar, Tsitsernakaberd tepesindeki ünlü anıtın önünde 1915 soykırımı kurbanlarına saygılarını ifade ederken, seyahat özgürlüğüne kavuşan Hayastan vatandaşlarının da Belçika’ya gelişleri, hattâ bir bölümünün Belçika’da kalarak diyaspora saflarına katılımları başladı.

Türkiye’den gelen Ermeniler gibi onlar da hem Belçika Ermeniler Komitesi, hem de Belçika Demokrat Ermeniler Derneği saflarında yer aldılar, Sovyetler Birliği dönemindeki başarılı eğitim uygulaması nedeniyle bilim, kültür ve sanat alanında edindikleri birikimle her iki örgütün etkinliklerine de, Belçika toplumuna da büyük katkıda bulundular.

Yukarı Karabağ’daki Ermeni yapılanmasını dize getirmek, Erdoğan’ın Orta Asya’ya doğru fütuhatında yeni bir kapı açmak için Türk ve Azeri silahlı güçlerinin, ümmetçi paralı askerlerin de desteğiyle yürüttükleri bu yeni soykırım operasyonu karşısında Ermeni diyasporasının tüm mensupları, 1915 soykırım ve tehcirinin torunları, 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin ardından Türkiye’yi terketmek zorunda kalanlar ve son 30 yıldır Hayastan’dan gelenler kenetlenmiş durumda, uluslararası kamuoyunu gerçekleri görmeye, saldırıya uğrayanların, ezilenlerin yanında yer almaya çağırıyor.

Evet, bu çağrıya kulak vermek, Türkiye’de islamo-faşist alçakça yeni bir saldırısının hedefi olan HDP ile olduğu gibi, Hayastan ve Yukarı Karabağ’daki Ermeni ulusuyla dayanışmada olmak, kendine "demokratım", "insan hakları savunucusuyum" diyen her bireyin kaçınılmaz görevi…

Bu yazımı Artı Gerçek’e gönderdikten sonra bu akşam, Türkiyeli bir Ermeni anneden doğmuş ünlü sanatçı Charles Aznavour’un her daim yüreğimi yakan 1915 Soykırımı üzerine Düştüler adlı hüzün, acı ve isyan dolu türküsünü dinleyeceğim… Bir daha… Bir daha…

Devrilip düştüler sebep nedir bilmeden

Çölde sürüler gibiydiler, sendeleyip gidenMahvoldular susuzluk, açlık, demir ve ateşten…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi