Fadıl Öztürk

Fadıl Öztürk

Mülteci olduk kendi hayatlarımızda...

Çocukluğumuzu elimizin tersiyle bir kenara iterek, acelemiz varmış gibi bilmediğimiz bir kavgaya yetişmek ister gibi büyüyüp geldik bugünlere...

Annem ve arkadaşlarını yazlık sinemaya götürdüğümün ertesi günü, kadınlar kendi aralarında ‘Film başlarken ağlamaya başladım, film biterken ağlayarak çıktım sinemadan.’ yorumlarına tanık olarak büyüdüm. Bir müddet sonra o kadınların çocukları olan bizler büyüyüp hayata asılınca ağlamaları için sinemaya gitmelerine gerek kalmadı. Bir gösteride yakalanmamızla, arama bahanesiyle dağıttıkları evlerin içine koydular ağlamayı. Öldürülmeden büyüyerek bugünlere gelmek hiç kolay olmadı. İçeri atılarak birkaç ay içeride yatmaktan, bir çatışmada yaralanıp hastanelerde ölüm kalım mücadelesi vermekten, evlere ateş düşüren öldürülmüş evlatların acılarından geçip geldik bugünlere...

Ölümle biten bir aşk hikayesini yüksek sesle okuyarak, elinde matbaada basılmış ‘destanla’ mahalle mahalle, sokak sokak dolaşarak satan destancılara tanık olarak büyüyerek geldik. Teyp memlekette icat olunca, omuzlarında megafonla dolaştı o destan okuyucuları. Acıyı bedava, destanları 10 kuruşa satıyorlardı. Kendi derdinde yanmanın çok öncesinden bahsediyorum. Daha sonra her eve radyo girince haber bültenleri aldı o seyyar destancıların yerini. Abilerimizin vurularak yakalanmalarına, sıkıyönetim mahkemelerinde göstermelik yargılanıp asılmalarına tanık olmayı radyoya bir kulağımızı vererek büyüdük. Her geçen gün bizden bir parça hayat kopardı. Ağlamanın sinemalardan, evlerden taşarak bütün ülkeye yayıldığı büyümenin kolay olmadığı zamanlardan geçip geldik bugünlere...

Sinemada 'Atları da vururlar' filmi izleyip gece yarısı üstümüz başımız sinema tozu ile eve vardığımızda ceplerimizde mazeretlerimizi hep hazır bulundurduğumuz 'suçlarımızla’ beraber büyüyerek geldik. Anne ve babalarımızın bakımının yetmediği zamanlar kitaplarla, sinema filmleriyle emzirerek büyüttük kalbimizi Denbejler ellerini kulaklarına attıklarında kaybolurduk o aşk hikayesinin içinde. Oturduğumuz yerden aşkına ermemiş kalbi yaralı olarak dönerdik kendimize. Hikâye bitmez biz biterdik bir filiz gibi o aşk hikâyesinin dibinde. Direnenlerin iyi bir hayat isteyenlerin daha vurulmadığı, aşkının peşine düşerek dillere düşenlerin, atların vurulmasına üzülenleri yaşadığı zamanlardan geçip geldik bugünlere.

Gittiğimiz ilkokulun teneffüslerinde leblebi tozu için bakkalın önünde birbirimizi ezdiğimiz zamanları eskiterek geldik. Okulun paydos ziliyle beraber eve dönüş yolunda okulda bitmemiş hesaplaşmalarımız için kavgaya tutuştuğumuz, eve varmadan üstümüzü başımızı temizleyerek, yırtılmış önlük, düğmesi kopmuş yakalıkla annelerimizi kendimize suç ortağı yaparak büyüdük. Yorgunluktan babalarımızın kaşlarından uyku damlardı gözlerine. Her evin büyük çocuğuyduk her birimiz, her evin haşarı söz dinlemeyen küçük çocuğuyduk, her evin lafı duyulmayan ortanca çocuğuyduk, ablalarımız varsa eğer nazımızı çeken yarım anneydi bize. Çocukluğumuzu elimizin tersiyle bir kenara iterek, acelemiz varmış gibi bilmediğimiz bir kavgaya yetişmek ister gibi büyüyüp geldik bugünlere...

Faytonlar caddelerde cirit atarken, Postane Meydanında Amerikan arabalarına çocuklarından daha iyi bakan, düğün dernek bekleyen, omuzlarında temizlik beziyle dolaşan şoförlerin yaşadığı şehirlerde büyüdük. O şehirlerin vilayet bahçe duvarı üzerinde sergilenen kiralık resimli roman okumak yetmeyince birden büyüdük. Annelerimizin koynuna merak, gözlerine silmekle bitiremedikleri yaş bırakarak; iş için, okumak için, bize dar edilmiş şehirlerden kaçıp kurtulmak için trenlere kaçak yolcu olarak binip uzaklarda kendimizi büyüttük. Yolculuklarımızda başımızı cama dayayarak uzaklara bakmanın mahpushane penceresinden gökyüzünü seyretmeye dönüşeceğini nereden bilirdik...

Büyümekle uzanıp ulaştığımız fikirlerde kendimizi bulmamıza, gençliğin devrimci, devrimlerin genç olduğu, kitaplarla ekmeğin yan yana durduğu zamanlardan çıkıp geldik bugünlere. Kitap sayfaları sarardıkça biz beyazlaştık. Durmadan hayallerimize yolculuk yaptık. Paris’in 72 gününün her birinde sabahlayıp akşam etmekle; Latin Amerika’da yakılmış ama bir türlü söndürülmeyen ateşin başında o ateşe odun atmakla; Vietnam’da napalm bombasıyla teni yanan çocukların acısında bulduk kendimizi. Bizim kendimizden haber aldığımız ama devletin bizden haber almadığı evlerden sokaklara, sokaklardan alanlara çıkarak geldik bugünlere.

Oysa şimdi hepimiz varını yoğunu geride bırakarak, canını ve sevdiklerini kurtarmak için sınırları geçip denizlerde boğulan birer mülteci durumundayız. Adı ülke olan bir yerin, bir şehrinde oturduğumuz evler, taşıdığımız kimlikler birer yalan. Yaşam hakkı sıkılan ilk kurşunla alındı bizden. Sevinme hakkını, mutlu olma ve mutlu etme hakkını, hayatımızın geleceğini tasarlama hakkını, hayatımızı el yordamıyla da olsa savunma hakkını elimizden aldılar. Dünyanın bütün ülkeleri birbirinin birer kötü kopyası oldu. Varlığımız her ülkede diktatörlüklere armağan edilmiş durumda. Vara vara ‘sınırsız’ dünyanın sınırlarına dayanmış birer mülteci olduk kendi hayatlarımızda. 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Fadıl Öztürk Arşivi