Öykü Didem Aydın: Suriyelilere duyulan öfke ve linç girişimleri tartışmasız ırkçılıktır

Dr. Aydın’a göre Suriyeli sığınmacıları aşağılamayı, her olayda üzerlerine terörist yaftası yapıştırmayı, 'buraya geleceğine ülkesinde savaşsaydı, ölseydi' demeyi marifet sayan bir grup var.

Hacettepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Doçenti Dr. Öykü Didem Aydın’la yaptığım ve ilki geçen hafta yayınlanan söyleşinin bu bölümünde toplumun Suriyelilere, Kürdlere ve Ermenilere duyduğu nefret ve linç kültürü ile ilgili sorularımın yanıtları yer alıyor. Avukat ve Akademisyen Dr. Aydın’la bu bölümde ayrıca Grup Yorum üyesi İbrahim Gökçek’in ölümüne duyduğu üzüntüyü "Türküler susmaz" tweetiyle dile getiren Karşıyaka Hakimi Ayşe Sarısu Pehlivan’ın görevden alınması, bir operasyonda gözaltına alınan İranlı uyuşturucu baronu Naci Zindaşti’nin serbest bırakılması için hakime baskı yapmakla suçlanan ve hakkında dava açılan AKP’nin kurucularından, eski milletvekili, TBMM Anayasa Komisyonu eski başkanı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın eski danışmanı Burhan Kuzu’nun Haber Global’de yayımlanan "Jülide Ateş’le 40" programında sarf ettiği "Türkiye siyasetinde yargı hissi arayan ne ilk benim ne de son benim. Binlerce arayan var. Bunlar gayet doğal olan şeyler" şeklindeki sözlerinin ne anlama geldiğini konuştuk.

Bir de "Suriyeliler" diye nur topu bir meselemiz oldu! Deyim yerindeyse biri bir kıvılcım çaksa, hemen Suriyelilere saldıracak kalabalık topluluklar oluşuyor ve orta yerde linçler yaşanıyor. Suriyelilere duyulan bu öfkeyi nasıl yorumluyorsunuz?

Tartışmasız ırkçılıktır. "Suriyeli" ifadesinde dahi bir ırkçılık yüklü artık, ırkçılıkla yüklü bir niteleme halini aldı. Burada da tam tersi örneğin kendilerini muhalif gören çok sayıda kimsede ve yine özellikle sosyal medyada bunu gözlemleyebiliyoruz. Hani hükümetin Suriye politikasının eleştirilmesiyle Suriye’den gelen sığınmacıları aşağılamayı, her olayda onların üzerine terörist yaftası yapıştırmayı, işte efendim buraya geleceğine ülkesinde savaşsaydı ölseydi, demeyi marifet sayan bir grup da var anladığım kadarıyla. Bir kere savaşların nedeni her zaman halkın kendisi olmaz, halk bir araya gelip efendim gidelim filanca ülkeye haydi savaş açalım mı diyor?  Veya ülkesi işgale uğramış, parçalanmış bir halk içinde çaresiz kalanları bu bölünmede taraf tutmaya zorlamak filan bunlar insanlık dışı beklentiler. Böyle bir dünya yok. Tarih boyunca siyasi zulümler olmuş, bu zulümlerden kaçanlar da olmuş. Sığınma, hatta siyasi sığınma bir haktır, insan hakkıdır. Öte yandan biz burada örneğin 80 milyon yurttaşız, aramızda insan sevgisiyle dolu olan çok ama caniler de var, barışçıl hak savunucusu çok ama terörcü de vardır.  Suriye’den gelenlerin de öteden beri burada bulunanlardan farklı bir yelpaze göstermesi şart değil ama biraz önce dediğim gibi, örselenebilir olana, kırılgan olana, sesini duyuramayacak olana, mazluma yüklenme ve yansıtma yaygındır. Bunlar bazen rekabet duygusundan da olur, az önce söyledim. Hani işimizi elimizden aldılar, efendim hastaneye gidiyorum öteki benim sıramı almış türü, ırkçılıklar. Suriye’den gelen sığınmacılarla ilgili doğru bilinen yanlış iddialar konusunda çok sayıda değerli yayın var, açıp okuyup kültürlenmek yerine yalanların peşinden gitmek cehalet örneği.

Suriyeli nefreti öne çıkınca Kürdlere duyulan tepki daha alt sıralara düştü gibi. Bir zamanlar "En iyi Kürd ölü Kürddür" sloganı dillerden düşmüyordu. Yüzyıllardır bir arada yaşayan, kız almış, kız vermiş iki halk arasındaki bu derin kamplaşmayı nasıl izah edeceksiniz?

‘EN UFAK AKIL TÜRKLERLE KÜRTLERİN BİR ARADA BİR DEVLET ÇATISI ALTINDA YAŞAMASI, KANUN ÖNÜNDE EŞİTLİK VE DAYANIŞMA HAKLARIYLA DONATILMASI GEREKTİĞİNİ SÖYLER’

Yoksa en ufak akıl Türklerle Kürtlerin bir arada bir devlet çatısı altında yaşaması gerektiğini ve çoğulcu bir yapı içinde kanun önünde eşitlik ve dayanışma haklarıyla her kesimin donatılması, pratikte de donatılması gerektiğini söyler

Şimdi kız almış kız vermiş demeyelim hemen. Biraz cinsiyetçi de kaçabiliyor. Erkek alıp erkek de vermiş olabilir. Gülümseyeyim burada. İki halk arasında derin bir kamplaşma olduğuna inanmıyorum. Mesela "Türk" kadını ile "Kürt" kadını arasındaki ilişkiler nasıl acaba? Biraz da oralardan bakalım derim. Sonuçta her ihtilafa eril ve patriyarkal bir çatışma dilinden bakılırsa çatışmaların sonu gelmez. Mesele biraz da örselenebilir veya kırılgan kabul edilen kesimlerin söz sahibi olması meselesi. Çoğu zaman çatışmaların özünde, ekonomik dezavantajla avantajlı olmak arasındaki farkın, zenginlikle yoksulluğun, bölgesel farklılıkların, ağır tarihsel yüklerin, egemenlerin uluslararası-jeopolitik hesaplarının payı oluyor. Bir meselenin sadece tek bir nedeni olmuyor. Bu aslında halklar arasında olduğu iddia edilebilecek bir çatışma değil. Çoğu çatışmanın dünyadaki eşitsizliklerle ilgisi büyüktür, bunu gözden kaçırmamamız lazım. Sıradan bir aşırı-milliyetçi Türk ile sıradan bir aşırı-milliyetçi Kürt yan yana geldiğinde gerilimin sinir uçlarını anlayabiliyorsunuz. İlki Kürtler bizi bölecek, parçalayacak sonunda Libya, Suriye gibi yem olacağız iddiası içinde ve bunu bir etnisiteye oraya mensup insanların tamamına tapuluyor! Bağımsızlık ve sömürgecilik karşıtlığı perspektifinden baktığını iddia edebiliyor. İkincisi ise Türklerin egemenliği altında ben niye yaşıyorum, ayrı devletim olmalı, diyebiliyor. O da halkın self-determinasyonu üzerinden yürüdüğünü iddia ediyor ve her türlü zulmü de yine bir etnisitenin tamamına tapuluyor! Etnik şiddet çatışmasını doğuracak tutumlar bunlar ama bu türden çatışmaların halklar arasında olduğuna inanmıyorum, halklara yansıtılmaya çalışılsa da. Yani burada birileri halkları sadece eylemlerini "meşru" kılma zemini olarak kullanabiliyor. Yoksa en ufak akıl Türklerle Kürtlerin bir arada bir devlet çatısı altında yaşaması gerektiğini ve çoğulcu bir yapı içinde kanun önünde eşitlik ve dayanışma haklarıyla her kesimin donatılması, pratikte de donatılması gerektiğini söyler. Aynı ilke Alevilerle Sünniler arasında da geçerli. Türkiye’nin bir tane fay hattı yok ve bu özel olarak kırılgan kılıyor coğrafyamızı. Bütün tırnak içindeki fay hatları için aynı ilkeler geçerli. Sonuçta soyut bir entite ve varlığınızın koşulu olan bir kara parçası üzerinde bir siyasal egemenlik formudur devlet. İçini insanca mı, çoğulcu ve barışçıl mı dolduracaksınız zulümle mi dolduracaksınız, soru bu.

‘HERHANGİ BİR BASKICI REJİM, NE KADAR BİRLİK İNŞASINA YÖNELDİĞİNİ İDDİA EDERSE ETSİN, HALKINA ZULÜM YAŞATIYORSA KENDİ KENDİNİ BÖLÜYOR ZATEN’

Öte yandan herhangi bir baskıcı rejim, ne kadar, sonuna kadar birlik inşasına yöneldiğini iddia ederse etsin, halkına ağır zulümler yaşatıyorsa onu bölmeye kimsenin uğraşması gerekmez, kendi kendini bölüyor zaten. Bölünmenin temellerini atıyor. Alman Nazi Rejimini düşünün. Onlardan ala birlik inşasında bulunan oldu mu tarihte? Saf-kan oranına kadar ölçtüler biçtiler tahkim ettiler Almanlığı! Ama nihayetinde dini, dili, ırkı, etnisitesi, her özelliği birbiriyle birebir aynı iki halkın, iki Almanya’nın Sovyetler ve Amerika etki alanları arasında bölüşülmesine neden oldular. Berlin kenti ikiye bölündü, düşünün yarım yüzyıla yakın bölünmüş kaldı. Uzun yıllar iki Almanya ayrı kaldı. Kardeş kardeşten uzak düştü. Geçenlerde İkinci Dünya Savaşının bitişinin 75. Yılı kutlandı. Bakıyorsunuz Avrupa’da acılar daha dün gibi. Büyük acılar ekilmiş. Altmış milyon insan ölmüş.  Birlik, baskıyla kurulur diye bir kural yok. Toplumsal sözleşme veya çoğulcu bir anlayışla da inşa edilebilir, tarih bu ikincisinin daha kalıcı olduğunu gösteriyor. Bu ikinci yol seçildiğinde bir mukadderatın paylaşılması ve geleceğe birlikte güvenle bakmak uzun vadede kolaylaşıyor. Nefret ve şiddet kısa vadede kendini çözüm gibi sunabilir ama uzun vadede kalıcı çözümler üretmekten yoksun. Gelecek kuşakların insanca yaşamaya hakları var çünkü. Makus talihe tutsaklığı değil makul bir tarihi aslında bugün yaşayanlar birbirlerinden talep etmiyorlar sadece, gelecek kuşaklar da bizlerden talep ediyorlar. 

Toplumumuzun en çok ötekileştirilen kesimlerinin başında gelen Ermenilere gelelim. Bu ülkede kim birine kızsa "Ermeni tohumu" diye söze başlıyor. Bir zamanlar ağırlıklı bir nüfusa sahip olan, ancak günümüzde sayıları 60 bine kadar düşen Ermeni düşmanlığı, bu ülkede hala ilk sırayı koruyor. Toplumun birliğinden birinci derece sorumlu olması gereken, ama yaslar önünde sorumsuz olan Cumhurbaşkanı bile bir konuşmasında "af edersiniz Ermeni" diyerek bu düşmanlığı dışa vurdu. Sizce nefret hangi iklimden besleniyor? Cumhurbaşkanı ve Diyanet İşleri Başkanı’nın tutumuna bakarak ve "Balık baştan kokar" deyiminden yola çıkarak, toplumu kamplara ayırmanın, ötekileştirmenin bir devlet politikası haline geldiğini söyleyebilir miyiz?

‘ERMENİ TOHUMU' LAFI, SON DERECE ÇİRKİN BİR SÖZ, BİLDİĞİMİZ NEFRET SÖYLEMİ’

Bu ülkede kim birine kızsa "Ermeni tohumu" diye aslında söze başlamıyor, önce onu vurgulayayım. Ben başlamıyorum mesela, siz başlamıyorsunuz, çok sayıda insan başlamıyor. Tarihsel önyargılar derindir. Siz biraz önce nasıl ki kız alıp vermeden bahsettiniz, sanki kadınlar özne değilmiş, anlaşmak "erkeklerin anlaşması" olmak zorundaymış gibi, aynı yerleşik önyargılar Türklerin Ermenilere yönelik tür sözlerinde bilinçsizce yer alabiliyor. Ha nefret söyleminin bilinçsiz olması tehlikesiz olduğu anlamına da gelmiyor.  Gün-24-saat "kadın başına bu işi yapamaz", "kadınlar şöyledir kadınlar böyledir." Diye konuşan insanlar var. AMK diye kullanıyor mesela iki cümleden birinde. Bu "Ermeni Tohumu" lafı da aynı minvalde, son derece çirkin ve nefretle-yüklü bir söz; çirkin ne kelime bildiğiniz nefret söylemi. Ama nasıl ki AMK demenin çirkin ve nefretle-yüklü olduğunu bir takım adamlara anlatamıyorsun, diğerini de bir dizi cahil veya aymaz insana anlatamayabiliyorsun. Bu benim dilimin alışkanlığı diyor. Bu ilk perspektif. Tabi ikinci olarak bütün bu düşmanlıkların kötü niyetli olarak kışkırtıldığı durumlar da olabilir. Birinci perspektifim ikincisini değillemiyor. Önyargı ve nefret bilinçli veya bilinçsiz olabiliyor. Bunu kaydedelim. Her alanda düşmanlığı körükleyen durum aynı zamanda tarihin geleceği karartacak şekilde ve sizden başka herkesi dışlayıcı bir resmiyette aktarılmasından da kaynaklanıyor kuşaklara. Düşmanlıkları körükleyici bir tarih anlatımı var. Devletle hükümeti, hatta hükümetin belirli dönemleri, örneğin seçim dönemleri veya siyasi kampanya dönemleriyle, sıradan dönemlerini ayırt etmek de gerekir. Hiçbir kesim demokratik bir devletin sonuna kadar tek başına sahibi olduğunu iddia edemez. Temsil yetkisi önemlidir, bu yetkinin halktan alınması. Ve demokratik özgürlüklerin yaygın olarak korunduğu bir ortamda alınması, diyalogun korunduğu ortamda. Teknokrasi taraftarı da değilim. Sonuçta, ilginçtir, Plüton gezegen mi değil mi diye Amerikan Astronomi Birliği mesela oylama yapmış ama oylamaya katılanların da gezegen nedir ne değildir diye bilgileri var. Yani A ile B arasında seçim yapabilmek için bilim, sanat, iletişim özgürlüklerini de korumanız gerek. Bilginin keşfedilmesi veya ortaya konulması süreçlerinde de çoğulculuk esas olmalı.

‘EĞER ÜSTÜN GÖSTERECEĞİNİZ BİR YÖNÜNÜZ VARSA KARALAMA YOLU CEZBEDİCİDİR’

Ama temel hak ve hürriyetlerin ileri düzeyde korunduğu, çoğulcu demokratik ve Anayasal bazı Avrupa ülkelerinde dahi seçim dönemlerinde veya derin ayrılıklar çerçevesinde belirli bir siyasi kampanya gerektiği dönemlerde (örneğin Anayasa değişikliği), politikacılar tabanlarının en aşırılarını tatmin etmeye ve bu şekilde bir tahkime ihtiyaç duyabiliyorlar. Bu çok yanlış bir şey ama vakıa. Almanya’da seçim dönemlerinde ırkçılık içeren beyanat, kampanya vs. artar; yabancılar, mülteciler, bizim sosyal sistemimizden bedava geçiniyor veya "suçlu yabancılar dışarı" türünden sloganlar yaygınlaşır, ana akım medyaya taşınır. Bütün bu kutuplaştırıcı nefret söylemleri kınanmalı ama kutuplaştırma herhalde oy kazanıyor, o anlaşılıyor. Siyaset bir rekabet. Rekabet içinde üstün konuma gelmek için ne yaparsınız, ya rakibi karalayacaksın ya kendini üstün göstereceksin. Nefret söylemleri tabii karalamak için iyi bir araç. Eğer üstün göstereceğiniz bir yönünüz yoksa karalama yolu cezbedicidir. Siyasi söylemde nefret bir amaca daha hizmet edebilir: Yıldırı ve bezdiriye. Futbol maçlarını düşünün: İşte bu stadyumdan sen çıkamazsın diyor, taraftarına da bunu söyletiyor: Hooliganlığı düşünün. İnsanların futbol taraftarlığı için dahi birbirlerine saldırabildiğini biliyoruz. Bilim neden diye soruyor. Farklı farklı açıklamalar var ama bütün bu açıklamalar bir tarafa, şimdi sizi düşünmeye davet ediyorum: Sportif bir oyunda, hiçbir menfaat kazanmayacağın, sadece izleyerek eğleneceğin bir olayda dahi karşılıklı nefretleşmeler olabiliyor ve bu nefret şiddete doğru kışkırtılabiliyorsa, siyasi tırnak içinde "arena"da neler olur!

‘NEFRET DİLİNİN KULLANILMAMASI İÇİN BUNU ALIMLAYAN YURTTAŞIN SEVİYESİNİN YÜKSELMESİ, BUNA KULAK TIKAMASI, NEFRETİN KENDİSİNİ HAREKETE GEÇİREMEMESİ LAZIM’

Nefret dilinin kullanılmaması için bunu alımlayan yurttaşın seviyesinin yükselmesi lazım, buna kulak tıkaması, nefretin kendisini harekete geçirememesi lazım. Yani bunu "yutmaması" gerekir. Gelişkin olmayan itkelerle hareket etmeyen, çok yönlü değerlendiren bir kitle de gerekir. Şiddetle arasına mesafe koyan bir konuşma kültürü gerekir ama kolay olmuyor işte. Aslında konunun kökenleri günlük siyasetin de ötesinde ve hayli derin. Şiddeti hayat tarzına içkin kılan bir sosyal ortam da var. Kapitalizm, Militarizm, Patriyarka, Heteronormativite ve hatta İnsan Merkezcilik, Türcülük, eleştirileri de gerekir bu çerçevede de.  Cannes’da Un CertainRegard-En İyi Film ödülünü kazanan bir film aklıma geldi. Macar yönetmen KornelMundruczo’nun filmi: Beyaz Tanrı. Evinden atılmış bir köpeğin kaderiyle ve sokak köpeklerinin çektiği eza cefayla ilgili görünüyor sanılıyor ama içinde ırkçılık eleştirisinin ve öteki düşmanlığının en çarpıcısı ve dokunaklısı var. Yüreği dayanabilen izlesin. Ayrımcılığa yüreğin dayanması zor. Bir insan açısından insanlara verebileceklerinin, sağlayabileceği katkıların görmezden gelinmesi kadar acı bir durum azdır. Pek çok dezavantajlı kesim fırsat eşitliğinden yararlanamadığı için toplum da onların katkılarından yararlanamıyor. Bir çocuğun cinsiyeti yüzünden okutulmadığını düşünün. Bir insanın deri rengine bazı olumsuzluklar atfedildiğini. Bir kere daha söyleyeyim:  Hiç kimsenin, hür demokratik düzenin öngördüğü kişi haysiyeti korumasından bireyleri yoksun kılarak onları yalnızlığa ve çaresizliğe itmeye hakkı yoktur.

‘GÖZ ÖNÜNDE TUTULMASI GEREKEN BİR NOKTA İSE ÖTEKİ DÜŞMANLIĞINA DAYALI NEFRET SUÇU İŞLEYEN FAİLLERİN MUTLAKA İDEOLOJİK TEMELLİ HAREKET ETMEDİKLERİ GERÇEĞİDİR’

Göz önünde tutulması gereken önemli bir diğer nokta ise öteki düşmanlığına dayalı olarak suç işleyen ya da genel olarak nefret suçu işleyen faillerin mutlaka ideolojik temelli olarak hareket etmedikleri gerçeğidir. Gerek sözlü taciz ve sövme, kin ve düşmanlığa tahrik cürümleri gerek şiddet içeren fiiller, bir ırkı veya etnisiteyi yoketmeye yönelik ideolojik soykırıma yönelik organize eylemler olmaktan ziyade, tek tek faillerin ya da belirli grupların, toplumun korunmadan yoksun zayıf kesimlerine karşı işlediği suçlar olabiliyor. Bu suçlar, bazen önyargılar ve eğitimsizlik bazen kin ve düşmanlık, bazen rekabet duyguları, bazen ailevi ve toplumsal bağların küreselleşmede çözüldüğü bir dünyada sağlıklı toplumsal yönelimini bulamamış insanların kimlik arayışı ve tepkiselliği biçiminde ortaya çıkıyor. Ancak unutulmaması gereken bir gerçek, ülkemizde de ideolojik temelli ve yabancı veya genel olarak öteki düşmanlığından beslenen siyasi oluşumların varlığı ve toplumda seslerini duyurabilmeleridir. Almanya’da masa başı faili olarak da adlandırılan ve böylesi oluşumlara karşı olsa da bunların ürettikleri bazı fikir ve çözümleri benimseyen muhafazakar parti ve oluşumlar da çoğu zaman aşırı sağın ekmeğine yağ sürebilmekteydi örneğin. Şimdi ülkemizde de bu oluyor. Masa başı failleri artıyor. Bunlar bazen ideologmuş ve hatta felsefeciymiş gibi hareket ediyorlar. Oysa ne ideologlar ne felsefeciler. Kışkırtıcılar o kadar. Hani bir zamanların Alman Julius Streicher’leri gibi. Bu çok tehlikeli bir karakterdir. Günümüz Streicher’leritwitter’da. Orası kamuoyu oluşturan bir yer çünkü artık.

‘ŞİMDİ CAMLAR TWİTTER’DA KIRILIYOR, DÜKKANLAR ORADA YAĞMALANIYOR, YAKALARA YILDIZLAR TWİTTER’DA TAKILIYOR VE LİNÇ DE TWİTTER’DA’

Şimdi camlar twitter’da kırılıyor, dükkanlar orada yağmalanıyor, yakalara yıldız twitter’da takılıyor ve linç de twitter’da. Acaba şiddet süblime mi ediliyor bilmiyorum bu yolla. Hani hiç olmazsa yakama somut bir yıldız takmıyor da sanal bir yıldız mı takıyor, sadece lafta mı kalacak yoksa yeni medya sokaktaki şiddeti veya sistem-hukuksuzluğunu somut ve ölçülebilir bir zarar verecek şekilde arttırıyor mu? Bu konuda farklı araştırmalar var. Kimisi diyor ki küfür tehdit de olsa sözler fiziksel şiddete yol açmaz, tam aksine bir emniyet sübabıdır, küfreden tehdit eden rahatlar ve şiddete yönelmek zorunda değildir, o kadar. Ama bu görüş verilen ruhsal zararı hesaba katmıyor. Ruhsal yaralanmalar da yaralanmadır, derin duygusal üzüntüler, kaygılar yaratabilirler. Kimi de diyor ki hayır, sadece ruhsal bir zarar vermenin ötesinde gerçek bir fiziksel şiddet dalgasının arifesidir nefret propagandası, bu tür sanal linçler. Tarih her ikisine de tanıklık etti. Unutmayalım Naziler Propaganda Bakanlığı kurmuşlardı. Nefret pompalanıyordu biteviye. Yani nefret propagandası her zaman yaygın şiddetin arifesinde bazı yıkımları gerçekleştirmek için kamuoyunu kışkırtmak anlamına geldi. İkinci Dünya Savaşı’nı resmen başlatan Polonya’nın işgali, güya Lehlerin Alman deposuna saldırdığı iddialarıyla gerçekleşmişti. Yani Almanlar kendi kendilerine saldırıp, Lehler saldırdı yalanını yaymışlardı. Tarih bu yalanları ortaya çıkarmıştır. Tarihin bu penceresinden baktığımızda nefret söylemlerine, hele hele resmi bir destek veya resmi bir göz yumma söz konusu ise düşünce özgürlüğüdür deyip geçemiyoruz.

‘EN YUMUŞAK MUHALİF ELEŞTİRİNİN DARBE ÖVÜCÜLÜĞÜ SAYILDIĞI YERDE, EN AĞIR MUKTEDİR NEFRETİN VE TEHDİDİN İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ SAYILMASI KABULEDİLEMEZ’

Hele hele en yumuşak muhalif eleştirinin "darbe övücülüğü" sayıldığı yerde, en ağır muktedir nefretin ve tehdidin "ifade özgürlüğü" sayılması kabul edilir bir hal olmasa gerek.

Bugün son derece doğal ve kabul görür saydığımız bir dizi hak da tarihsel mücadelelerin ürünü, kahramanlarımızı tarihten seçmeye meraklı olabiliriz ve bu merakımız yer yer meşru da olabilir ama tarih tabii bazı gerçekleri bize hazır servis ediyor, o nedenle de özümseyemiyoruz tam, yaşamadığımız, deneyimlemediğimiz için. Bugünü ise yaşamaktayız, deneyimleyebiliyoruz, hazır servis edilmiyor, inşasında bizler de varız, bugün de insanlığı şuradan şuraya taşımak isteyen kahramanlar var ve bundan elli yıl sonrası yüz yıl sonrası için daha ilerlemiş insanlık hayal ediyorlar, iklim krizi ile uğraşanlar var, emek mücadelesinde daha ileri seviye arayanlar var, hakça paylaşım olsun diyorlar. Bir pandeminin içindeyiz örneğin ve bu pandemi insanlık olarak içinde bulunduğumuz açmazları, yapılan yanlışları gün gibi yüzümüze vuruyor an be an. Gelecek için samimiyetle mücadele eden ve yanlışlara işaret eden, gelecek kuşaklara alternatif sunan insanların olması, yani demokratik muhalefet bir güvencedir. Mesele günlük politika, ikbal ve kısır çekişmeler ve gayri meşru menfaatler değilse bugün ve gelecek, herhalde bizleri dünden daha fazla birleştirecektir diye de düşünülebilir. Dünü anlamak, hataları tekrar etmemek için bir fırsattır ama geleceği karartma yolu olmamalı. Belki sormadınız ama son zamanlarda ilginç olduğunu düşündüğüm bir gözlemim oldu. Bu pandemide dünyada iki tip siyasetçi modeli görünür oldu. Biri saklama, örtbas eğiliminde. Diğeri ise sizin hoşunuza gitsin gitmesin samimi düşüncelerini ifade ediyor. Muhataplarıyla, kamuoyuyla evinde konuşur gibi konuşan valiler, yöneticiler bir tarafta, halkı yetişkin görmeyen, kandırır gibi konuşanlar diğer tarafta. Akıl akıldan üstündür diyen ve çoğulcu tartışmalara açık olanlar bir tarafta kapalı olanlar diğer tarafta. Geleceğin kamusal iletişiminin içi-dışı bir olsa keşke ama aynı zamanda da kişi haysiyetine saygılı, belirli bir üslubu koruyan bir incelik içinde olsa.

‘HERKESİN BİRBİRİNİ YETİŞKİN KABUL ETTİĞİ, LİNÇ KÜLTÜRÜNÜN EGEMEN OLMADIĞI BİR KAMUSAL İLETİŞİMİ ÖZLER OLDUK’

Herkesin birbirini yetişkin kabul ettiği, kimsenin kimseyi aptal yerine koymadığı ve doğruların tapusunu sahiplenmeye kalkmadığı, linç kültürünün egemen olmadığı bir kamusal iletişimi özler olduk. Bu da yurttaş ve birey olarak benim hem dünyadan hem de ülkemden beklentim ve oluşmasına katkı sağlamak isteyeceğim bir şeydir örneğin. Doğruyu veya hakkınızı en çirkin üslupla söyleyebilirsiniz veya çok incelikli, şairane bir yalan veya haksızlık söyleyebilirsiniz. İkisi de problemli olabilir. Hepimizin yaşantısında olumsuz sonuçlarını deneyimlediğimiz durumlardır bunlar. Kötü niyetlerle ortaya atılan doğrular dahi kin ve düşmanlıkları alevlendirmeye hizmet edebilir. Anlamlı olan, doğruyu ve hakça olduğuna inandığınızı iyi niyetlerle ve güzel olmasa bile hiç olmazsa makul bir üslupla ifade etmek. Twitter gibi ortamların alevli sanal çatışmaları içinde zor ne yazık ki. Hani durup hiç kimselerin ince şeyleri düşünmeye, anlamaya vakti olmuyor misali! Ortam bir taraftan öz-sansürü körükleyebiliyor: birileri bir şeyleri yanlış anlayacak da linç kampanyası başlayacak diye insanlar konuşmaktan çekinir hale geliyorlar. Öte taraftan bakıyorsunuz nefretin dili hiç çekinmeden almış yürümüş. Çünkü nefretin dili, sonuç itibariyle şiddetle el ele olduğundan çekinmiyor diğerleri kadar. Diğerleri, yani iki satır makul laf edecek olan daha fazla çekiniyor ve kamusal tartışma alanı bu şekilde kirleniyor aslında. Hani kötü iyiyi piyasadan kovar misali! Bakıyorsunuz twitter’da yer yer: Allahım İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya’da mıyım acaba diye soruyorsunuz kendinize. Gözlerinizi silip silip tekrar okuyorsunuz. 75 yıl öncesine mi döndüm? İnanmak istemiyorsunuz. Bakıyorsunuz siyaset insanına yurttaşa çocukmuş gibi yaklaşıyor, çocuğa da öyle yaklaşılmaz mesela. Gazeteciye bakıyorsunuz sokağa çıkma yasağına tabii senyör bir yurttaşla konuşuyor üslubunda bir tahkir, bir yaşçılık, yani ayrımcılığın bir formu var. Ayrımcılık merkezi temamız oldu gibi bu söyleşide. Ayrımcılığın her türüne karşı olmak gerekir. Nereden kaynaklanıyorsa kaynaklansın.

Bitirirken şöyle söyleyeyim. Sorularınız çok uzun, bazen kafa karıştırıcı, sıklıkla yönlendirici geldi bana. Ve kişiler üzerinden konuşmayı da pek seven biri değilim. Ona buna laf yetiştirmek yorucudur. Görmezden gelmek en doğrusu. Kişiler gelip geçicidir. Bazı hesapların varlığı bile bilinmiyor, yapay zekasızlık kurulmuş da sabah akşam nefret söylemi üreten uygulamalar mı icat edildi acaba diye insan merak ediyor! Fikirler kalıcıdır. Daha ziyade fikirsel konuşalım isterdim ama bu ortamda kolay değil. O nedenle ben de uzun uzadıya görüşlerimi doğru anlatma ihtiyacı içinde oldum ve belli olaylar ve kişilerden ziyade genel örüntüler ve gözlemlerden bahsettim. Doğrusu şimdiye kadar yaptığım mülakatlar içinde oldukça zorlandığım bir mülakat oldu. Her durumda seçtiğiniz sorular ırk, din, dil, milliyet, etnisite, cinsiyet, cinsel yönelim, felsefi inanç ayrımcılığının örneklerini birleştiriyor gibi geldi. O nedenle değerli buldum.  Yoksa aslında her tweet, her laf ciddiye alınsa insanın saçını başını yolması lazım memlekette ne yazık ki. O da var. Hiçbirini ciddiye almayalım demiyorum ama hepsi ciddiye alınmamalı. Bazı insanları muhatap almamayı inatla sürdürmeliyiz. Seviyesiz söylemlerin, nefret söylemlerinin yapıcı ve iyi söylemleri ortamdan uzaklaştırmaları, sürekli kötüleri konuşmayı sürdürmemizle de gerçekleşiyor. Ortam kirleniyor ve hakikaten lafını dinlemek istediklerimiz ortamdan uzaklaşırken, ortalık çöplüğe benziyor.

Bir hukukçu olarak Grup Yorum üyesi İbrahim Gökçek’in ölümüne duyduğu üzüntüyü "Türküler susmaz" tweetiyle dile getiren Karşıyaka hakimi Ayşe Sarısu Pehlivan’ın görevden alınmasını nasıl yorumluyorsunuz?

Sayın Ayşe Sarısu Pehlivan aynı zamanda Yargıçlar Sendikası Başkanı bir yargıç. Ona, bir tweet yüzünden yapılan aynı zamanda yargıçların örgütlenme özgürlükleri bakımından da sorun. Memlekette çok ama çok uzun bir süredir yargının, yargıda bağımsız örgütlenmenin, yargıç bağımsızlığı ve tarafsızlığının, yargıç güvencesinin içinde bulunduğu durumu anlamadıkça, Ayşe Sarısu Pehlivan'ın içinde bulunduğu durumu anlayamayız diye düşünüyorum. Hele hele şimdi ve burada düşünülmeyince, şimdi ve burasıyla ilgili bir şey anlaşılamaz kanısındayım. Yani soyut olarak Ayşe Sarısu Pehlivan’ın bu tür olaylarda asladuygu ve düşünce bildirmemesi gerektiğini düşünmüyorum.

Yargıçların ifade özgürlükleri ve eleştiri hakları için Uluslararası Yargıçlar Birliği’nin (International Union of Judges) ve Demokrasi ve Özgürlükler İçin Avrupalı Yargıçlar Birliği (MEDEL)’in sosyal medya sayfalarına bakılabilir. Bu sayfalarda bu örgütlerden çeşitli yargıçlar gerek Avrupa Birliği’ne karşı gerek Avrupa Konseyi’ne karşı; Federal Almanya’dan Fransa’ya, Fransa’dan Polonya’ya ve Macaristan’a, etkinlik alanı içindeki tüm ülkelerdeki yasalara, yönetsel kararlara, hatta yargı kararlarına ve uygulamalara karşı dahi eleştiriler yöneltiyorlar. Yargıyı ilgilendiren konularda, özellikle demokratik kitle örgütlerinin ve bu örgütlerin temsilcilerinin veya bireysel olarak da yargıçların özgür eleştiri hakkı bulunuyor.  Anayasal devletlerde yargıç ve savcıların demokratik kitle örgütlenmeleri ve kişisel veya dernek özgürlükleri çerçevesindeki eleştiri hakları önemli. Söz konusu olan meslek insanı aynı zamanda Yargıçlar Sendikası Başkanı çünkü.

‘BİR YARGICIN BİR AÇLIK GREVİ ÖLÜMÜNDEN DOLAYI ÜZÜNTÜSÜNÜ BİLDİRMESİNDE NASIL BİR SORUN GÖRÜLEBİLİYOR?’

Öte yandan dahliniz olmasa bile bu koşullar/kendine özgü koşulları altında öyle ya da böyle mahcubiyet yaratması gereken çok acı bir ölüme karşı Herkesin görüş bildirme hakkı vardır. Burada Sayın Pehlivan ne görmekte olduğu bir davayla ilgili görüş bildiriyor ne de görmese bile herhangi bir davaya ilişkin beyanda bulunmuş. Tweet’leri tamamen açlık grevinden sonra hayatını kaybeden bir kimsenin ölümünden duyduğu üzüntüyü dile getirmek. Şimdi böyle bir üzüntü kanımca herkes tarafından dile getirilebilecek bir üzüntü. Bir kimseye "efendim bu konuyla neden ilgileniyorsun" diye sorulamaz. Belli ki onu etkilemiş. Etkilemesinin nedeni, yargısal olarak haksızlığına inandığı bir muameleye karşı açlık grevi yapan kimsenin kurtarılamamış olması. Türkiye’de uzun süreden bu yana böyle acı bir ölüm gerçekleşmiş değildi ve vicdan en başta yargıçlarda aradığımız bir nitelik. Bir yargıcın bir açlık grevi ölümünden dolayı üzüntüsünü bildirmesinde nasıl bir sorun görülebiliyor?

Ve söz konusu olan böyle bir adaletsizliği -otonom bir kararla, özerk olarak protesto etmek ise, otoritelerin işi gücü bırakıp bunları ana-akım medyada da konuşuyor olması lazım. Herhangi bir "batı"lı ve medeni devlet böyle durumlarda işi gücü bırakır bunları konuşur. Bunlar "merak", "ilgi", "kayıtsızlık" değil kaygı ve ne yapabiliriz acaba, düşüncesi uyandırır. Ama diyorum size süpermarket kasasında baygın gözlerle öööf şu önümdeki insan şu meselesini bitirse de ödeyip çıksak diyen bir sıradan müşteri gibi insanlar ceza adaletinden yararlanıyorsa, ceza adaleti bir "müşteri ilişkileri" sorunuysa, bunlar içselleştirilmiş ve hakiki değerler değilse veya korku dağları bekliyorsa bunlar böyle sıradan olaylarmış gibi "öldü gitti" mi denilecek? Sayın Pehlivan’ın bu üzüntüsünü bildirmesi aslında belki kayıtsız kalamayacağını göstermek manasında da önemli herhalde.

‘TÜRKİYE’NİN DE ÜYESİ OLDUĞU AVRUPA KONSEYİ DANIŞMA MECLİSİ 2002’DE YARGIÇLARIN DA HERKES GİBİ DÜŞÜNCE VE İFADE ÖZGÜRLÜKLERİNE SAHİP BULUNDUĞUNU KABUL EDEN BİR KARAR ALMIŞTI’

Yargıçların ifade özgürlükleri konusunda Avrupa’da gelişkin bir hukuk ortaya konmuştur. Türkiye’nin de üyesi olduğu Avrupa Konseyi Danışma Meclisi 2002’de yargıçların da herkes gibi düşünce ve ifade özgürlüklerine sahip bulunduğunu kabul eden bir karar almıştı. Bu hususta yine Venedik Komisyonu’nun 2015 tarihli bir raporu ve AİHM’in de içtihatları bulunur. Bütün bu hukuku, Avrupa Konseyi ülkelerinin Anayasaları ve mevzuatları ile birlikte değerlendirdiğimizde şu sonuçlara varıyoruz. Yargıcın herkes gibi düşünce ve ifade özgürlüğü ile örgütlenme özgürlükleri, siyasal özgürlükleri vardır. Yargıcın görmekte olduğu bir dava ile ilgili olarak tarafsızlık ve bağımsızlığının zedelendiği etkisi yaratabilecek açıklamalarla ilgili olarak bu özgürlük sınırlanabilir. Ancak yargıcın sarf ettiği ifade ile görmekte olduğu dava arasındaki ilişki "bariz" olmalıdır. Avrupa Konseyi’ne üye ülkelerde yargıcın "sessizliğe gömülmesi gereği" gibi bir durum yok yani. Hani "düşük profil" tabir edilecek şekilde davranma yolunda bir hukuksal emir bulunmuyor. Mahkemesinde görülen işler bağlamında bir tür "çekinme" kuralı vardır tabii. Amayargıçlar da kamuoyu tartışmalarına katılabilirler.Burada ayrıca önemli olan yargılama dışı davranış kuralları, yani yargılama dışı etik ilkelere göre hareket etmeleridir. Örneğin sıradan bir bireyin belki sosyal medyada kaba konuşma hakkı olabilir ama yargıçların kaba konuşma hakları davranış kurallarıyla sınırlanabilir veya genel olarak "angaje ve taraflı" bir çizgi tutturmamaları tavsiye edilir. Ancak düşünün Federal Almanya’da prensip olarak bir yargıç herhangi bir yurttaş gibi siyasal düşüncesini açıklayabilmektedir. Bir siyasal partiye üye bile olup siyasal etkinliklere girişebilir. Federal İdare Mahkemesinin toplumun eleştirel olmayan yargıca ihtiyacı yoktur,yolunda bir kararı bile vardır. Bununla birlikte görevi bağlamında sadece "hukuk"a hizmet etmesi gereğinin, görevi söz konusu olduğunda siyasal düşüncelerine gözünü yummasının gereği de vurgulanır.Bir de "kamunun yargıcın tarafsızlığına genel güveni" olarak adlandırabileceğimiz bir ilke var orada. Yani yargıcın siyasal etkinlikleri ve düşünce açıklaması kamuya onun bu gibi davalarda taraflı olacağı izlenimini kesin olarak yerleştirecek şekilde olmamalı, yani artık önüne bir siyasi dava gelirse bu yargıç artık kesinlikle taraflı olur kanısı objektif olarak yaratılmamalı. Bir de yargıcın resmi görevinden bahsederek bu açıklamaları yapmaması önemli. Ancak ikisini net olarak ayırmak için resmi görevinden bahsedebilir. Onun dışında birey olarak yurttaş olarak, bunu bir yargıç olarak açıkladığını, mahkemesinde yargıç olarak açıkladığını söyleyemez. Yani Avrupa’ya baktığınızda ileri düzeyde siyasal özgürlüklerin bile tanındığını görebiliyorsunuz. Ve Sayın Pehlivan’ın açıklamasında bu ilkelere uygun ve birey olarak bir düşünce açıklaması görüyorsunuz.

Şimdi memleketimizin sorunu şu: Bu ve benzeri konularda yerleşmiş bir hukuksal ilkeler ve uygulamalar dizgesi bulunuyor. Bu böyle -yanlış anlamayın- kahvehanede oturduk Ayşe Sarısu Pehlivan konuşabilir mi konuşamaz mı diye aklımıza ilk gelenle veya kulaktan dolma ve genellikle de önyargılarla dolu bir şekilde değerlendireceğimiz bir durum değil. İlkeleri, kuralları, üyesi bulunduğunuz Avrupa Konseyi’nin İnsan Hakları Mahkemesi’nin ortaya koyduğu bir hukuk içinde bunlar değerlendirilmeli. HSK’nın bunu en başta bu inceliklere dikkat ederek değerlendirmesi gerekirdi. Yani Sayın Pehlivan’ı sırf o sırada yönetimin hoşuna gitmeyen bir ifade açıklamasında bulundu diye görevden uzaklaştırmak, tam aksine, yargıcı -hele hele Yargıçlar Sendikası Başkanı olan bir yargıcı- yargıç olarak baskılamakla kalmadı aynı zamanda, yargıçlığı bir tarafa, onun bireysel ifade özgürlüğünü, yani yargıç olsa da olmasa da sahip olduğu ifade özgürlüğünü hukuka aykırı olarak sınırlamak anlamına erdi. Örneğin bir olayda Almanya’da İş Mahkemesi yargıcı, tam da o mahkeme önünde görülen bir davayı açan öğretmenin Almanya Komünist Partisi’ne üye olduğu için ihracını protesto eden bir dilekçeye imza atmış. Bu durumda Anayasa Mahkemesi, hakimin görevsel-çekince kuralını ihlal ettiğine hükmetmiş. Ama bakın burada o hakim, davaya bakmakta olan mahkemenin başkanı.

‘AYŞE SARISU PEHLİVAN BİR KERE BİR DAVAYA İLİŞKİN DÜŞÜNCE AÇIKLAMIYOR, BIRAKINIZ KENDİ DAVASI OLMASI, HİÇBİR DAVAYLA İLGİLİ DEĞİL BU’

Sayın Ayşe Sarısu Pehlivan bir kere bir davaya ilişkin düşünce açıklamıyor, bırakınız kendi davası olması, hiçbir dava ile ilgili değil bu. Açlık grevinden ölen İbrahim Gökçek’le ilgili üzüntüsünü bildiriyor. Bir kere Sayın Pehlivan Ticaret Mahkemesi hakimi bildiğim kadarıyla. Bu türden davalara bakan bir yargıç da değil. Zaten görüş ve üzüntü bildirdiği husus bir dava da değil.  Onun birey olarak görüşünü açıklamasını bu yollarla sınırlamasının demokratik toplumda gerekli olmadığını ve her halde meşru bir amaca da dayanmadığını söylemek mümkün. AİHM, benzer bağlamlarda, bütün somut olayın koşullarını değerlendiriyor ve her durumda yargıçların da düşünce ve ifade özgürlüğüne sahip olduğunu ifade ediyor.

Şu sıralar açlık grevi yapan bazı meslektaşlarımız da var örneğin. Çok üzücü bir durum. Daha önce ölümler oldu. Bu durum, bu kere, avukatlarda da mı tekrar edecek? Yeni ve aynı ağırlıkta bir acı olur. Haksızlığına inanılan bir muameleye karşı siyasal veya hukuki bir sonuç almak için yapılan yemek yemeyi reddetme eylemlerine açlık grevi denir. Gandhi de açlık grevi yapmıştır, 1981'de cunta rejimine karşı Türkiye'de siyasi tutuklular da. Güney Afrika'sından Kuzey İrlanda'sına dünya sokakta "politik"-açlık grevi olgusu da gördü, cezaevlerinde koşulları protesto için açlık grevleri de. "Adi suçlar"dan tutuklanmış ya da mahkum edilmiş olanlar da zaman zaman açlık grevleri yapmıştır. Öğün reddinden, sadece su içmemeye veya sadece yemek yememeye ama su içmeye, kısa süreninden ne yazık ki ölüme kadar giden açlık grevlerine zaman içinde, tarih boyunca da rastlanmıştır. Biliyorsunuz Türkiye'de 1980 ve devamında cezaevlerinde ağır işkenceler de vardı. Açlık grevleri çeşit çeşit olabilir ama o tarihlerde Türkiye'de olanları, aynı zamanda, işkencelere, kötü muamelelere, eziyetlere ve cezaevi koşullarına karşı açlık grevleriydi. Şimdi adil olarak yargılanmamış olduklarını ifade ederek Avukat Aytaç Ünsal ve Avukat Ebru Timtik açlık grevi yapıyorlar mesela. Bu kadar taze olan son derece üzücü ve halen yaşanmakta olan bir olayda yapmak istediğiniz tek şey "anlatmaya" çalışmak ve ancak kara propagandaya hizmet edecek bilgisizlik ve önyargıların önünü almaktır, belki de bir tırnağın ucu kadar olaylara etki edebilecek birileri varsa onlara ulaşmak ve üzüntüleri bildirmek oluyor. Sayın Pehlivan’ın da benzer bir itkeyle görüşlerini paylaştığını düşünüyorum. Açlık grevinde bulunanın ölümüne üzüldüğünü ifadene açlık grevlerini desteklediğiniz veya şakşakladığınız veya açlık grevinde bulunanın -eğer varsa- ideolojik vb. sebeplerini desteklediğiniz, onun -varsa- bir örgütüne vs. katıldığınız, ölmesini istediğiniz anlamına da gelmez. Kimseyi açlık grevine teşvik de ediyor değilsinizdir. Sadece birinin açlık grevi yaptığını, hatta ölümünü görür ve W.B. Yeats'in dizelerinde yazdığı gibi "Kuvvet"çekoyulan, konulabilen bu eşiğe karşı "Halktan İnsan" olarak bir çığlık koparırsınız. Çünkü bir insanın, uğradığı bir haksızlık olduğuna inanarak ve bu haksızlığa karşı kimseden başka türlü bir dikkat de çekemeyeceğini bildiği için ölmeye yatması sizi insan olarak rahatsız eder. Etmelidir. Açlık grevi yapan kimse şu veya bu örgütçe uyuşturuldu, beyni yıkandı vs. diye düşünmek de sizi aslında kurtarmaz. Neden? Çünkü öyle olduğundan 1) Emin misiniz? 2) Ortada en başta bir haksızlık olup olmadığından emin olmak için onun dosyasını okumaya, olaylar nasıl gelişti diye araştırmaya ne dersiniz?

 ‘AÇLIK GREVİNDE BULUNAN, KENDİSİNE TEMEL BİR HAKSIZLIĞIN YAPILMIŞ OLDUĞU BİR DÜNYADA, HAKSIZLIĞIN TARTIŞILMASINA KARŞI BAŞVURABİLECEĞİ SON ÇAREYE BAŞVURMAKTADIR’

Eğer bu eylemiyle o size dosyasını okutamıyorsa, durumuyla ilgili ilgi uyandırmıyorsa zaten başka türlü hiç okutamayacaktır, okutamamıştır herhalde. Sonuçta insani bağlantı şudur: Açlık grevinde bulunan, kendisine temel bir haksızlığın yapılmış olduğu bir dünyada, haksızlığın tartışılmamasına karşı başvurabileceği son bir çareye başvurmaktadır. Kendisinden başka kimseye fiziksel bir zarar vermeden ancak bunu yapabilmektedir. Vicdanlara seslenmektedir. Hakimlerde olması gereken o temel eş-duyguya! Bitabii örneğin şu sıralarda devam eden açlık grevleri, Adalet Bakanlığı’nın, Türkiye Barolar Birliği'nin tüm baroların, tüm çevrelerin ilgilenmesi gereken bir konudur. Etkisi olabilecek herkes, hatta belki kendileriyle aynı veya benzer dünya görüşünden olmamasına karşın insanlık ve meslektaşlık gösterecek bir anayiğidin babayiğidin çıkıp örneğin bir açlık grevi devam ederken açlık grevinde bulunan meslektaşlarımızla iletişim kurması ne iyi olur. Bir kere de insanlar birbirlerine bütün angajmanlarından sıyrılıp insan ve bir mesleğin temsil ettiği en yüksek değerler nazarından bakmalı. Bir ceza yargılamasının olmazsa olmaz veya sanık kim olursa olsun taşıması gereken ilkelerden söz edilmeli. Bir açlık grevi nasıl önlenebilir diye kafa yorulmalı, tartışmalar artmalı. Var mıdır acaba böyleleri? Aslen hükümet de bu tür olaylara somut olarak nasıl yaklaştığı konusunda kamuoyuna bilgi vermeli. Sayın Sarısu Pehlivan’ın tweet’lerinin bu vurguyu taşıyıp taşımadığından emin değilim ama işte o türden tweet’ler akla bunları da getiriyor. Şu anda devam eden açlık grevleri bağlamında meslektaşlarımızı kurtarmak için bir plan var mı? Böyle bir plan yoksa, nasıl bir gerekçelendirmeye başvuruyorsunuz? Daha önceki çabalar sonuç vermemişse bu kere acaba hangi yollarla meslektaşlarımız kurtarılabilir, sadece düşünüyoruz, uğraşıyoruz bir hal çaresi olmalı diyecek kimse yok mu? Eminim ki onlar da yaşamak istiyor. Onların otonomisine saygı duyuyorum ama onlarla ciddi bir hasta-hekim ilişkisi kurabilen hekimlerin de olmasını, durumlarına ilişkin her türlü aydınlatmayı an be an alıyor olmalarını, yarın bir gün Allah göstermesin bilinçlerini kaybedecek olursa insanca geri döndürülmelerini ve onlara her seferinde kendi bedenleri ve ruhlarına ilişkin açık bir karar yetisi verilebilmesini, yani en nihayetinde yapılan muamelelerin asla işkenceye, eziyete varmamasını diliyorum. Bu hususta Dünya Tıp Birliği’nin Tokyo ve Malta Bildirgelerini hatırlatmakta yarar var. Sonuçta insanların "habeascorpus"ları var (HabeasCorpus "Benim Bedenim Var" demektir. Bedenime ben sahibim!) Bir taraftan da onları ölüme terk eden "haksızlık" varsa, bu neden tartışılmasın, neden çağrılarına kulak verilmeyecekmiş ki diyorum. Ölümleri durdurmanın yolu yok mu? Bir yol tartışılmaya başlanamaz mı? Onlar en başta bu tartışmanın başlamasını istemiyorlar mı? Ölmek istediklerini asla düşünmüyorum. Böyle bir açlık grevinin amacı sanıyorum o değildir. Ne eziyet işkence oluşturan bir zorla besleme, ne meslektaşlarımızın neden açlık grevi yaptığı sorusuna karşı derin bir vurdumduymazlık ne de onları hayata döndürmenin yollarını konuşmak, tartışmak konusunda bir isteksizlik olmalı...Ama mahcubiyet olur insanda: yargıç olduğumuz, avukat olduğumuz, hukukçu olduğumuz bir düzende böyle bir grev alarm zilleri çalmalıdır.

Özetle: Böyle durumlar her insanda dahliniz olsun olmasın mahcubiyet yaratır, çünkü insanlar başkaca kimseye zarar vermeden gözlerimizin önünde kendi bedenlerinde eriyorlar. Benzeri bir olayı bir yargıcın üzücü bulmasına şaşacak bir durum olmadığını düşünüyorum. Zaten bizler konuşmasak konuşulmaz ki o zaman. Konuşarak belki ölümleri durdurabiliriz. Ayşe Sarısu Pehlivan’ın üzüntüsünü iletmesi, aslında, açlık grevlerini önlemek veya açlık grevi yapan kimselerin ölümlerini önlemek üzere otoriteler neler yapabilir diye sorulmasını da sağladı. Sonuçta bir birey olarak bu yönde bir kamuoyu tartışması da başlatmıştır. Konuya katkısı, bir davayla ilgili veya mahkeme yargıcı olarak taraf tutmaktan ziyade Yargıçlar Sendikası Başkanı ve aynı zamanda da duyarlı bir birey olarak katkıdır, kamuoyu tartışmalarına vicdanından hareketle katkıdır, sanıyorum. Üstelik bu açlık grevi "adalet sistemi" bağlamında. Yani konunun adalet sistemimin işleyişi ile ilgisi yok mu? Ceza adaleti sistemi bunları önlemek için harekete geçebilmeli, en azından konuyu "ele" almalıdır. O nedenle Ayşe Sarısu Pehlivan’ın bu tartışmaları ilerleten bir katkısı da var: demokratik düzende korunması gereken bir katkıdır bu.

Sayın Pehlivan'ın geçen hafta tartıştığımız twitter linçleri olgusundan sonra açığa alınması da eleştirilmeli. Bir grubun twitter'da son derece ağır saldırıları oluyor ve bundan sonra harekete geçiliyor. Bu son derece kaygı veren bir durum çünkü bu kesimin linci bir manada "pas" atmak olarak görünmüyor mu bu durumda?

Bir operasyonda gözaltına alınan İranlı uyuşturucu baronu Naci Zindaşti’nin serbest bırakılması için hakime baskı yapmakla suçlanan ve hakkında dava açılan AKP kurucularından, eski milletvekili, TBMM Anayasa Komisyonu eski başkanı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın eski danışmanı Burhan Kuzu, Haber Global’de yayımlanan "Jülide Ateş’le 40" programında, "Benim aradığım dönemde dava açılmamıştı ve dava açılmadan hakimi aramak suç olmaktan 2014’te çıkarılmıştı. Türkiye siyasetinde yargı hissi arayan ne ilk benim ne de son benim. Binlerce arayan var. Bunlar gayet doğal olan şeyler" dedi. Siyasetçi ve devlet adamlarının benzeri durumlarda ilgili hakimleri araması sizce de "gayet doğal olan şeyler" mi?

Türk Ceza Kanununun suç olarak düzenlediği bir eylem, eğer olayın koşulları, o düzenlemeye uyuyorsa tabii asla "gayet doğal bir şey" olarak görülemez. Meğer ki böyle bir eylemin suç olarak düzenlenmesinde, hani Anayasaya aykırılık vb. bir sıkıntı olsun. Yargı görevini yapanı etkilemeye teşebbüs, demokratik hukuk devletlerinin tamamında suç oluşturan bir eylem çünkü sonuçta Mahkemelerin bağımsızlığı ve tarafsızlığını sarsmaya yönelik etkili eylemler suç olarak düzenlenmiştir.

‘TEORİK OLARAK TUTUTKLULUK KARARLARI BAĞLAMINDA DA YARGI GÖREVİNİ ETKİLEMEYE TEŞEBBÜS SUÇU İŞLENEBİLİR TABİİ’

Kanun "görülmekte olan davada gerçeğin ortaya çıkmasını engellemek veya bir haksızlık oluşturmak amacıyla, davanın taraflarından birinin, sanığın, katılanın veya mağdurun lehine veya aleyhine sonuç doğuracak bir karar vermesi veya bir işlem tesis etmesi ya da beyanda bulunması için, yargı görevi yapanı, bilirkişiyi veya tanığı hukuka aykırı olarak etkilemeye teşebbüs etmek"ten bahseder.  Ha olayın koşulları bu suça altlanabilir altlanamaz, soruşturma açılmış, o artık mercilerinin işi. Sayın Jülide Ateş’in programındaki bahse gelince"iddianame düzenlenmemişti, ben soruşturma sırasındaki tutukluluk aşamasında aradım" gibi kanunun lafzıyla ilgili teknik bir tartışma mı kastediliyor acaba bilemiyorum. Soruşturma sonucunda dava açılırsa davaya bakan Mahkeme kanunda yazılı"görülmekte olan bir dava" kavramının iddianame düzenlenmeden önceki dönemde (yani soruşturma safhasında) tutukluluğa ilişkin yargılamaları kapsayıp kapsamadığını herhalde tartışır. Teorik olarak tutukluluk kararları bağlamında da yargı görevini etkilemeye teşebbüs suçu işlenebilir tabii. İşlenemez değil. Tabii şu anda bu olay bir ceza soruşturması konusu olmuş, basında çıkan haberlere göre suç işlemiştir işlememiştir, diyebilecek konumda asla değilim.  Her durumda yürütme erki içinde belirli bir konumu olan bir kimsenin tutup yargıcı filancayı tahliye et, diye aramışsa eğer, bu şekilde araması kabul edilemez. Etik açıdan da yine paragraflarca anlatılabilecek kurallara bu olayların pek uymadığını düşünüyorum. Mesele hakimi aradın mı aramadın mı, meselesi değil. Belki hakimi, diyelim hal hatır sormak için veya sosyal ve kültürel olarak kabul edilebilir ve hukuka aykırı değil uygun olarak aramak "gayet doğal" kabul edilebilir ama konumunuz ve arama nedeni olan konu olayı bu doğallıktan çıkarabilecek hususlar. Burada arama konusu kimsenin masumiyetine inanılması veya inanılmaması çok da önemli değil kanımca. Sonuçta kanun "sanık"tan bahsediyor zaten. Belirli bir sanık lehine veya aleyhine bir etkileme eyleminden bahsediyor. Sonuçta kanun da açık: Gerçeğin ortaya çıkmasını engellemek veya bir haksızlık oluşturmak amacıyla, sanığın lehine veya aleyhine karar verilmesi için etkileme diyor. Ama tamamen teorik konuşuyorum. Devam etmekte olan bir soruşturma var, olayların tanığı değilim, konu üzerindeki bilgim basında geçen bilgilerle ve sizin aktarımlarınızla sınırlı. O bakımdan sadece "gayet doğal" biçimindeki açıklamaya yönelik konuştuğum düşünülmeli. Hani eğer "doğaldır olur" denmişse, o kadar doğal değil diyorum özetle.

‘SİYASETÇİ VE DEVLET ERKANININ BENZERİ DURUMLARDA İLGİLİ HAKİMLERİ ARAMASI "GAYET DOĞAL OLAN" ŞEYLER DEĞİL’

Yine genel olarak söyleyeyim: Suç bir tarafa etik olarak da yürütme erki içinde bir konumunuz var, bir yargıcı nam ve hesabına arama yaptığınız kimse tahliye edilsin diye arayamazsınız. Dava açıldı mı açılmadı mı bakmadan, belirli bir meselede etkide bulunmaksa amacınız arayamazsınız. Hakimler, prensipte, davanın avukatlarıyla bile görüşmekten çekinebiliyorlar, örneğin avukat duruşmanın düzeni ile ilgili soru soracak veya kalemde sorun yaşamış onu çözecek, o konuda bile bunu doğal görmeyen hakimler var.  Davadaki tutumunu veya davanın sonucunu etkileyecek şekilde yargılama dışı nüfuz etmeye çalışmak dışında yargıçlarla da şüphesiz her türlü temas herkes için teorik olarak mümkün, neden mümkün olmasın ama aksi hiç de doğal ve hatta makul değil gibi görünüyor. Öte yandan bu tür bağlamlarda sıklıkla karşılaşılan bir safsata var. Bir yanlışlık yapmışsanız, "başkası da yaptı, Ali de yaptı Ayşe de yapıyor" diyememelisiniz. Bunu diyebilmek için soruşturulmanızın, sizin işlediğiniz eylemden başka bir nedene, bir kötü niyete dayalı olması gerekir. Hani trafikte hız yapıyorsunuz, polis memuru ceza kesiyor, diyorsunuz ki "herkes hız yapıyor."Herkesin hız yapması sizi aklamaz çünkü mesela o memurun herkesi durdurmaya hali ve vakti yetmeyebilir. Objektif olarak bir ihlal var ve ceremesi çekilir o zaman.  Ama hani özel olarak size karşı bir husumet var da böyle yapılıyorsa, o ayrı… Ki o durumda bile hız yapmak da, size yönelik özel bir husumetle o polisin peşinize düşmesi de (kendi çerçeveleri içinde) yanlış olur. Sonuçta şöyle söyleyeyim: Siyasetçi ve devlet erkanının benzeri durumlarda ilgili hakimleri araması "gayet doğal olan şeyler" değil.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Mehmet Korkmaz Arşivi