Değer değişimi tamamlanırken ilk yıl, ilk yazı...

Artı Gerçek'in yayın hayatına geçtiği gün kişisel tarihim ile Türkiye siyasi tarihinin kesişimi açısından anlamlı bir yıldönümüne denk geldi. Bir yıl önce 8 Şubat'ta Nişantaşı Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanlığı görevimden okuldaki diğer 5 akademisyen arkadaşımla birlikte Barış için Akademisyenler bildirisini imzaladığım için atıldım. O sırada biri bana şu satırları Türkiye'de çeşitli ortamlarda barış, demokrasi, bir arada yaşam için çalıştığın, tartıştığın, dayanıştığın meslektaş, demokrat, düşünürün olduğu bir internet  sitesi için bir yıl sonra Berlin'den yazacaksın dese, "hadi canım!" derdim. Şimdi özellikle duygusal olarak ne kadar öngörüsüz olduğumu itiraf etmekten başka bir söz bulamıyorum.  Gerçi cahiliye devrinin tarafgirlik, güce tapma ve bilgiden uzaklaşma yönünde hızla ivme kazanacağını görüyorduk. Bizim değer bildiklerimizin açıkça değersizleştirileceğini de öngörüyorduk ama, içselleştirmek başka bir mesele ve meleke.

Serde sosyal bilimcilik var. Elbette gidişin nereye varacağının en uç ihtimalleri üzerine konuşuyorduk konuşmasına da, olasılıkların hızı konusunda pratik noksanlığından olsa gerek, olabileceğini düşünüp "yok canım, artık o da olmaz" dediğim dediğimiz her şey adım adım oldu. Aynı bu satırlar yazılırken önüme düşen son KHK- Kanun Hükmünde Kararname- gibi! Şimdiye kadar olan KHK'ların içeriğinden biliyoruz ki, masum insanlar da nasibini alıyor onlardan. Zaten kimin neden suçlu, kimin hangi anlamda masum olduğu  başlı başına ayrı bir tartışma konusu… 4464 kişinin bir çok hakkını, sorgusuz sualsiz ve yargı yolu kapalı olmak kaydıyla elinden alan son KHK listesinin 330'unu akademisyenler, 2500'ünü de öğretmenler oluşturuyor. 330 akademisyenin 115'i Barış için Akademisyen bildirisi imzacısı. Üstelik bir kısmı KHK'ların sebebi olarak gösterilen 15 Şubat darbesi girişimi öncesinde üniversitelerinden atılmış ya da istifa etmiş olanlar. Yani KHK'lar zaten işsiz olanları, Cem Küçük gibi medya tetikçilerinin deyimiyle "medeni ölüm"e de mahkum ediyorlar. Bunda ve önceki KHK'larda olan bu hınç yeni nesilleri cesaretsiz kılmayı amaçlıyor.

Bu KHK ile bir kez daha emin olduk ki iktidar yeni nesillerin sorgulamasını, eleştirel düşünmesini, haksızlık gördüğü yerde itiraz etmesini istemiyor. Buna örnek teşkil edecek akademisyenleri, öğretmenleri sistemin içinde bilinçli, hatta hınç dolu bir şekilde silmek istiyor. Bağımsız okul, üniversite istemiyor. Kendisinin hukuksuzluklarını, hatalarını, adaletsizliklerini görünmez, bunlara itiraz edecek kesim ve nesilleri de cesaretsiz kılmak istiyor.

Üniversite bağımsız bilgi, söz üretebildiği sürece adını hak eder. Hatırlayalım bir yıl önce bağımsızlık bir yana, Cumhurbaşkanının önünde el pençe divan duran YÖK Başkanı kendisine verilen emri yerine getirmek üzere hiçbir hukuki temeli olmadan barış akademisyenlerinin işten çıkartılması için üniversitelere baskı kurmaya başlamıştı. Avrupa Birliği'ne uyum rüzgarından döneminde bir umut içeriğinin ayrımcılıktan kurtulup eleştirel ve çoğulcu bir hale bürüneceğini düşünürken son 10 yılda içeriği adım adım boşaltılan orta eğitim, öğrencilerin sadece iktidarın refleksleriyle hareket eden bir biat yığınına dönüşmesine sebep oldu. İktidar orta eğitimde bu ihtimali bozacak, yığınların sorgulamasına alan açacak öğretmenleri ve bu biat tornasından çıkanları üniversitede sarsacak, onlara sorgulamanın ihtimallerini ve yollarını aktaracak akademisyenleri istemedi.

Türkiye'de eğitim sisteminin hiçbir dönem tam bağımsız olduğu söylenemez. Ve elbette her dönemde olduğu gibi bu dönemde de yaşanan haksızlıkların gün yüzüne çıkmasını sağlayacak yeni nesiller, gençler gelecektir. Ancak, bu dönemde iktidarın sorgulayanı göstere göstere açıkça mahkum ettiği medeni ölüm bu gençlerin de cesaretini kırmak amaçlı. Üstelik bunu eski değerleri yok ederek yapıyor. İktidar ve muhaliflerin yapılan adaletsizlilikleri gizleme-ispat etme ilişkisi değerleriyle birlikte değişti. Bugüne kadar devletin haksızlıklarına itiraz edenler bu haksızlıkları ispat etmeye uğraşır, devlet de tüm mekanizmalarıyla inkar ederdi. Bu eski inkar ve ispat mekanizmasının önemli yanı yapılan adaletsizliğin adaletsizlik olduğu bilinerek yapılmasıydı. Yani, fail ve mağdurun, iktidar ve muhalifin değerleri tüm yaşanan acımasızlıklara rağmen ortaktı. Oysa, bugün temel sorun yapılan adaletsizliklerin ispat edilmesine bile gerek bırakmayan bir açıklıkta yapılıyor olması. Bu açıklığın biat üzerinden siyasi malzeme olarak  toplumu örgütlemesi…

Bir yıl önceki "hayır"

Geçtiğimiz bir yılın muhasebesini yaptığımda -ki, o bir yazıda bitmez!- Barış için Akademisyenler metninin bu değer yitimine de bir itiraz, "hayır" olduğunu söylemek büyük bir iddia olmayacaktır. Bir çok konuda fikir ve yaklaşım farklılığı olan, bırakın bir metinde ortaklaşmayı, kendi söylediğini her an eleştirebilen 2212 akademisyeni ne bir araya getirmişti? Neye itiraz, neye "hayır"?

O dönem Kürt illerinde devam eden insan haklarına tamamen aykırı, çocuk, sivil demeden insanların ölümlerinin normalleştirildiği sistematikleşen hukuksuzluk, baskı politikaları, sokağa çıkma yasaklarına itiraz etmiştik. Yaşananların sadece hukuki anlamda değil, esas vicdanen suç olduğunu görüp, "suça ortak olmayacağız" sözüne imza atmıştık. Yapılanın suç olduğunu düşünüyorduk. Her imzacı adına konuşamam ama, en çok da insanlık adına suç olduğunu düşünenlerimizin ağırlıkta olduğunu hissediyorum. İtiraz aynı zamanda değer yitimine itirazdı.

Benim ve eminim bazı, hatta bir çok meslektaşım için belki de hayatımızın en pasif eylemi bir metne imza atmaktı. Ancak, metnin iktidarca siyasi bir malzeme haline dönüştürülmesi imza atma eylemimizi aktif hale getirdi. İktidar akademisyenler üzerinden Türkiye'de hedeflediği değer değişimini yapma imkanı bulmuştu. Gözaltılar, hatta hapisler, soruşturmalar, işten çıkarmalar, baskı ve hedef göstermeler barış akademisyenlerinin gündelik hayatının parçası haline geldi. Aynı dönemde gazeteciler, insan hakları savunucuları, yazarlar da bu fırtınadan nasibini aldı. Hakikatin iktidardan farklı yansıtılması cezalandı.

İktidar akademisyenlere karşı muhtar toplantıları ile en küçük yerel örgütlenmeden, halktan, okumuş, elit addettiği kesime istediği üslupta seslenebiliyor, hatta tehdit ediyordu. Akademisyenleri toplumdan kopuk olarak resmederken gördükleri baskının halkça verildiği mesajını beslemeye çalışıyordu. Okuyanı, sorgulayanı değersizleştirirken bunu gizleme ihtiyacı duymuyordu. Hakka, hukuka ihtiyaç yoktu. İktidara ve onun gücüyle dayattıklarına itiraz eden gücü olmadığı sürece ezilebilirdi. Bilgiye sahip olanı açıkça, gizlemeye gerek duymadan tehdit etmesi ve cezalandırması aynı zamanda o dönemde iktidarın muhalefetin "hayır"ına bir tepkisiydi…

Maalesef bu sembolizm bir yıl içinde sembolizmden çok Türkiye'nin bir süredir sessizce giden gerçeğinin açık ifadesine dönüştü. Aynı zamanda yeni değerlerin eskisi ile ne şekilde ikame edileceğinin de açık bir göstergesi oldu. Bu açık mesajla sokaktaki adi bir kavga bile "reis" koduyla lince dönüşebildi.

Barış için Akademisyenler metninin yazıldığı günden bugüne siyasi durumdan gündelik hayata bir çok değişiklikler var. Barış İçin Akademisyenler metni barış talebini ve ölümlere ve hukuksuzluklara itirazını bugün hala korusa da bugün bir çok konu metne eklenebilir. Üstelik her bir imzacı akademisyene göre bu eklemeler de farklılaşır. Türkiye'de bir çok kesim akademisyenlerin yaşadığı baskılar ve hatta fazlasına maruz kaldı. Kürtlere yapılan baskı mütedeyyinler dahil farklı muhalifleri de kapsadı. Şiddete ve ölümlere neden olan failler çoğullaştı. Şiddet ve ölümün coğrafyası genişledi. Ve en önemlisi toplumsal yarılma derinleşirken eskiden fail ile mağdurun ispatta ve inkarda ortaklaştığı değerler yok olmaya yüz tuttu. Bu açıklık keşke toplumsal adaletin de açıkça kurulmasına vesile olsa… Umudu kesmemek lazım, ama o zor gibi ve bambaşka bir analizin konusu…

Son notumsu söz:

Bu satırları yazarken zamanında benimle dayanışan imzacı olan ve olmayan arkadaşlarıma, yoldaşlarımla da mesajlaşıyorum bir yandan… Elimde son KHK listesi "acaba o da var mı?" diye aklıma isim geldikçe bakıp, arkadaşlarımı arayıp bölüyorum yazımı… Evet konsantrasyonumuzu bölüyorlar, ama o konsantrasyon dayanışmayı çoğaltmak için bölünüyor. Ve iktidar gücümüz elimizde yok ama, ama haklılığımız bize öyle güç veriyor ki, geleceğimizi şekillendiriyoruz. Haklı yenildiğimizden gücümüz…

Güzel yenilmek yeniyi kurabilme gücü verir. Sadece tek düşüncem bunu kolektif olarak yapıp yapamadığımız yönünde. Bir yıl önce ilk kıyımlar yaşanırken eşi benzeri az görülen akademisyen dayanışmasına farklı kesimlerden kitlesel destek ve direniş gelseydi bugün başka olabilir miydi? Gazeteciler insan hakları aktivistleri doğruları söyledikleri için tutuklanırken direnebilseydik. Sözüm bize dayanışmayı durdurmayan sinemacı, sanatçı, yazar gibi gruplara değil. Bu dayanışmayı elinden geldiğince gösterenler oldu, hatta onlar da hedef haline geldi maalesef ama, yaygınlaşmadı. Her KHK'dan sonra bahsedilen kitlesel tepkiler belki bu sefer verilir… Göreceğiz…

Bu yazı, bambaşka bir içerik hedeflenerek yazılmaya başladı. Mesele Türkiye olunca hızlı içerik değişim hali normal. Diğer yazılarda Türkiye gündemine ne kadar direnebileceğimi göreceğiz… Yeni site hepimize hayırlı olsun. Barış, adalet, hakikat arayan sözlerimiz eyleme dönsün…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Nil Mutluer Arşivi