Elveda iki yüzlü umut

Bitti artık, biliyor musun bitti, hiçbir şey yapmadan üzerinde egemenlik kurmak istediğiniz bu insanlar sizi sildiler kalplerinden sonsuza dek… Silsinler bence de…

Sokağa adanarak, ona teslim olunarak, sokaklarca, yıllarca yaşamaya bedeldir bence… Gece sokakları, gözlerimizi örten yanılsama perdelerini kaldırır, hayatın, o gündüzleri binbir hileyle gizlenen arka bahçelerini gösterir size…

Dün gece sokaklarında tekbaşınalığımın o hüzünlü tadını çıkara çıkara yürürken, ansızın içimdeki o kırgın, o yenilmiş, o beni hep küçümseyip suçlayan sese yakalandım yine. Gel, dedi bana, heyecan dolu bir öfkeyle, hayatı sevelim öyle mi, içimizdeki çocuk örselenmesin, hayallerimizin kapısı örtülmesin, peki, gel öyleyse. Bir otobüs şirketinin önüne götürdü beni. Kendisini bütün kara kabalıklarından üstün sayan bir kalabalık vardı şirketin önünde hep ve birlikte ‘’ En büyük asker, bizim asker! ‘’ diye bağırıyorlardı. Bak, dedi içimdeki ses, bak şu asker uğurlayan insanlarda bir üzüntü, bir keder görüyor musun, bak, dedi, hepsi nasıl da zehirli bir gururla kaskatı kesilmişler, herkes nasıl da hoşnut bu kanlı dehşete ortak olmaktan. Bak, hepimizin üzerine kirli kan yağmurları yağıyor, fark ediyor musun?

Ama askere gönderilen gencin yüzünde derin bir kaygı okunuyor diyecek oldum ki, yüzüme küçümseyerek baktı: Sen öyle san; tam aksine devlet ona öldürme gücü verecek, öldürme gücüyse ona büyük bir haz verecek, bunu biliyor o ve şimdiden bu hazzın büyüsüne kapılmış durumda. Onu yolcu edenler de bunu hissediyorlar; bu bir kurban töreni ve herkes bu hazdan coşkusu kadar payına düşeni alıyor. Etraftaki insanlara bak, toplumun en aşağı kesimlerinden, bu ülkenin en fazla sömürülen insanları, ama bak yine de ‘’ En büyük Türkiye!’’ diye bağırıp ve şu an onlara o öldürme hazzını yaşama fırsatı veren devletlerine tapıyorlar!

Altüst olmuştum, ne diyeceğimi bilemiyordum ve beni hep suçlayan, o kırgın içsesim bunu fark etmişti. Gel, seni şimdi de başka bir yere götüreceğim, dedi sonra. Işıklar içinde, görkemli ve paylaşılmamış zenginliğin iktidarını yansıtan bir otelin önüne geldik. İçerde Viyana gecelerinden biri yaşanmaktaydı. Kadınlar ipek giysileri, erkekler o iktidar siyahı smokinleriyle bu hayatın gerçek sahipleri olmaktan hiç kuşku duymaksızın çılgınca vals yapıyorlardı. Otelin önünde çok kalmadık. Çok değil birkaç cadde, birkaç sokak ötede ise Tunceli köylüleri! Bak, çok iyi bir senaryo da çıkar buradan. Arada bir yazdığınız bu tip yazılarla bu insanları etkilediğinizi sanıyorsunuz değil mi; peki, git sor bakalım o mazlum köylülerden birine, sizin hakkınızda ne düşünüyor diye, git sor… Sormana gerek yok, ben söyleyeyim. Sizden nefret ediyorlar biliyor musun? Çünkü sadece bugün değil, orada yıllardır yanıyor köyler, ama hiçbiriniz bunun önüne geçmek için ciddi anlamda bir şey yapmadınız. Bitti artık, biliyor musun bitti, hiçbir şey yapmadan üzerinde egemenlik kurmak istediğiniz bu insanlar sizi sildiler kalplerinden sonsuza dek… Silsinler bence de…

Sonra yine o önde, ben arkada yollara düştük. Pezevenlerinin kolunda, başları eşarpla örtülü ve sanki esaretiyle ‘’ huzurlu’’ görünen fahişeleri; topuklu ayakkabıları ellerinde, o çıplak ve ürkütücü ayaklarıyla peşlerinden gelen polislere yakalanmamak için can havliyle koşan travestileri; henüz o yaşta yüzlerinde hayatın derin çizgileri, gecikmiş sakalları, eczanelerden aldıkları hormon ilaçlarıyla hafifçe sakinleştirdikleri göğüsleriyle her önlerinden geçene garip bir umutla bakan ve çaresizlikten bedenlerini satan doğudan kaçıp gelmiş genç erkek çocukları; jeton yutan telefon kulübelerini tekmeleyen yalnız ve umutsuz alkolikleri; ciğerlerine kirli bir tutkuyla çektikleri esrar ve büyülü uçurumlara gidip gelebilmek için içtikleri Akineton’larla  bir başka zalim gezegene uçmüş yırtık deri ceketli rocker’ ları ve bütün niyetleri karanlık yüzlerinin arkasında saklı olan gizemli gece satıcılarını geçtik.

Nereye götürüyorsunuz beni, dedim ona. Görmeni istiyorum bütün bunları, dedi: Nefret ettiğiniz insanlar tarafından bile önemsenmeyi bekleyen, hep bireysel başarı, hep saygınlık ve statü peşinde koşan; uzlaşmayı, ödün vermeyi karşınızdakine ilişki diye yutturan sizlerin bu yersiz yurtsuz gece insanlarını tanıması gerekir, iyi bak onlara… Öyle uzaksınız ki kıran kırana yaşanan bu hayata…

Bir süre sonra yanımızdan geçen bir taksiyi çevirdi. Şehrin unutulmuş ve bizim gibilerin pek gitmedikleri bir yerine gidiyorduk şimdi de. Geldiğimizde neredeyse sabah oluyordu. Önce çamurlu yollardan yürüdük. Sonra bir tepeye gelip durduk. Şimdi aşağıya bak, dedi, ne görüyorsun? Gözlerime inanamamıştım, tepenin aşağısındaki yamaçta onlarca insan topladıkları mantarları, yanlarına getirdikleri torbalara dolduruyorlardı. Topladıkları zehirli mantarlar, dedi içimdeki ses, yiyecek başka şeyleri yok. Şehrin gecekondu semtlerinde yaşayan ve yedikleri mantarlardan zehirlenerek ölenlerin sayısı her geçen gün artıyor, birçoğu hastanelerde can çekişiyor. Ama bak aldırdıkları bunların, açlık insana herşeyi yaptırıyor… Sonra da, işte dedi, başarı kazanmak, yükselmek, öne çıkmak ve önemsenmek istediğin toplum bu işte.

Şeytani bir fısıltıyla sözlerine devam ederken sanki direncimin tamamen kırıldığına inanıyordu. İşte sana her şeyi gösterdim, artık kimseyi o ikiyüzlü umutlarınla, o sahte iyimserliğinle aldatma, birşeylerin değişmesini isteyen o dürüst, o saf insanları boş yere oyalama. Onlara bitti de, beklenecek hiçbir güzel gün yok, de. Ve tam bu sırada, zehirli mantar toplayan yoksul gecekondu insanlarının önünden sabah koşusu yapan, o ruhsuz bedenlerinin yaşlanmasına engel olmaktan ve kollarındaki kronometreli saatlerinden akan zamandan başka bir şey düşünmeyen besili insanlar geçti… İşte, dedi içimdeki sesim, bu son görüntüyle o sık sık reklamını yaptığın gelecekteki hayatın perdesini kapatıyorum. Elveda ikiyüzlü umut, dedi…

Birden içimdeki sese hiç de kendimden beklemediğim bir öfkeyle bağırmaya başladım sabahın alacakaranlığında: Sen sadece ölümü ve yıkımı arzuluyorsun, sen çürümüşsün, beni de çürütmek istiyorsun! Gece boyu tanık olduğum onca çelişkiler, onca acımasızlık sinirlerimi çok yormuştu. Gözyaşlarım yüzümü acıtarak akıyordu adeta ve ağlarken onca sahte yaşanmışlığın ruhuma biriktirdiği zehirli yüklerden arınıyordum sanki… Orada, öylece ne kadar kaldım bilmiyorum. Kendimi biraz olsun toparladıktan sonra bir taksiye atlayıp Beyoğlu’na geldim. Bir sabahçı büfesinden kutu bira aldım. Biraz yürüdükten sonra bir bank gözüme çarptı. Bankta oturan bir tinerci çocuk elindeki naylon torbadan ciğerlerine ölümü çekiyordu. Kendimden beklemediğim bir önseziyle gidip yanına oturdum ve, biraz da bana versene, nasıl bir şey bu, biraz da ben koklayayım, dedim çocuğa. Tinerci çocuk yüzüme baktı, göz göze geldik bir anda: Boş ver, dedi, sen daha gençsin, yazık olur sana! Evet, haklıydı… Henüz 12-13 yaşlarındaydı, ama sokakta geçen bir gün korunaklı bir evde geçen aylara, yıllara bedeldi… Ve ben o an sadece bu kimsesiz çocuk ve onun bu sözleri yüzünden bütün acımasızlığına, bütün karmaşasına ve onca yıkımına rağmen son nefesime dek işte bu hayata adıyordum kendimi… Bu adayış, bütün gece boyunca yaşadıklarımın her biri için hayatımı ortaya koymak demekti… Eylem içinde olmak, hep direnmek demekti… İçimdeki ölümü ve yıkımı arzulayan sesi susturmuştum şimdilik…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi