Süreyya Karacabey

Süreyya Karacabey

Neşeye övgü

Annemin biz çocukken kavga ettiğimizde söylediği gibi, birbirinizle uğraşmayın, kederi değil sevinci çoğaltın. Çünkü eski kitaplardan beri bilinir ki, neşe bumerang gibidir, keder de öyle.

Sürekli aksiyonu bol, eylem dizisi nedensellikle değil de felaket anları ile yapılandırılmış bir yumruk dramaturjisinin içinde pelteye dönmüş zavallı seyirciler olarak, sahneye çıkıp bize eziyet eden yazar ve yönetmenin çenesini dağıtamadığımız, hatta sahneyi yıkamadığımız için çok sinirliyiz. Öfkeli değiliz sinirliyiz, yaratıcı bir öfkenin yerine nevrotik bir siniri geçirdiğimiz için genellikle birbirimize sardırıyor, en ufak olaydan aşırı sonuçlar çıkarıyor ve dünya tarihinin acısını birbirimizden çıkarıyoruz.

Birinin herhangi bir konudaki yanlış davranışı karşısında, ne olduğunu tam olarak anlamadığımız can sıkıcı bir durum karşısında iç savaş çıkaracak yoğunlukta bir enerji salınımı, hatta temel düzlemde aynı tarafta olduğunu bildiğimiz birinin tökezlemesi karşısında duyulan heyecan, artık bana pek mantıklı görünmüyor.

Eleştiriden söz etmiyorum, hınçtan söz ediyorum. Giderek hepimizi içine alan ve içine girdikçe çıkamadığımız bu hınç, yöneltilmesi gereken adresten uzaklaştıkça ya da asıl hesaplaşmanın bedeli giderek ağırlaştıkça büyüyor ve en ufak sapmaya tahammülü yokmuş gibi görünen bireyler toplulukları çıkarıyor ortaya. Yani diyorum ki hıncımızı tekil insanlardan çıkarıyoruz gittikçe ve kişisel olan politiktir mottosunun en berbat örneklerini bırakıyoruz tarihe.

Gıybeti, değerlendirme, küfrü, analiz, sinir krizini ise başkaldırma haline getirdik elbirliğiyle. Neyse, ne süsü verilirse verilsin, mevzunun ne olduğunu biliyoruz, zaten tarih de diyor ki, bana şöyle esaslı bir başkaldırıyla gel, yarın aynı safta dövüşeceklerinin kemiklerini sıyırma şimdiden, üstelik müşterekler diye bağıran sensin, kim onlar? Hani faşizm hani omuz omuza, hani dayanışma. Ben diyorum ki tarihe, biz sinirden çok yiyoruz, yoksa bu kadar iştahlı değiliz.

Ama çok komiğiz. Ben mesela, kesinlikle çok komiğim. Aynı mesele hakkında dört tur döndükten ve çıkış kapısını -doğal olarak- kaybettikten sonra, ne olur biraz da iyi şeylerden konuşalım diyen birine, kimi zaman olan bitenin tek sorumlusuymuş gibi davranabiliyorum. Ya da bakmaya katlanamıyorum diyenin ağzına kürekle vurur gibi, senin o bakamadıklarını yaşıyorlar'ı yapıştırabiliyorum. Sonra derin bir utanç duygusu. Bir yerde yapılan yanlıştan dönemeyişin acısı.

Böyle durumlarda eylemin şefkatine, bir işe yaramanın huzuruna sığınıyorum, büyük ya da küçük, bir hareket, kendiliği işe yarar kılacak bir çalışma, başkasının kabahatleri dizisi sezon finaline girmiş gibi bir rahatlık. En temizi.

Bunları söylerken aklımda beliren şey, neşenin insanı kaldırma kuvveti sudan fazladır cümlesiydi. Komiktik ama kimseye ilham veren bir neşe yoktu ortada. Başkasına bulaştırılan, onu harekete geçirecek hiçbir sevinçli cümle kalmamıştı repertuvarımızda. Ne kadar acı çektiğimizi anlatıyorduk birbirimize, ben çok üzgünüm, hayır ben senden daha üzgünüm, Allah'ını seversen sen yakınma ben yerine yakınırım, Allah'ın adını verdim bak, diye uzayıp giden bir kara nehir söyleşisi. Ben bunu çok sıkıntılı çocukluğumda, mutsuz kadınların dert tokuşturma dediğim ayinlerinden bilirim, orada yadırgamazdım ama kendini başka bir dünya için sorumlu hissedenlerin neredeyse benzer davrandıklarını her gördüğümde şaşırıyorum.

Kültürel yazgının dindar ya da seküler birbirine çok benzettiği kardeşlerim. Annemin biz çocukken kavga ettiğimizde söylediği gibi, birbirinizle uğraşmayın, kederi değil sevinci çoğaltın. Çünkü eski kitaplardan beri bilinir ki, neşe bumerang gibidir, keder de öyle.

Tabii Schiller'in Neşeye Övgü'sü bizi bozar, bütün insanlığı kardeş gibi görmeye davette beni geçin Schiller'i de rahatsız edecek bir şeyler vardır, nihayetinde Haydutlar'ı yazmıştır ve Karl Moor'un bozuk düzene karşı çıkışında düşman diye bir şey elbette vardır. Ama başka bir dünya kurulduğunda, bizi hapsettikleri kafes kırıldığında her şey yeniden ele alınabilir.

Onat Kutlar diyordu ya, “ama hiçbir şey yapılamaz ayrılıklardan”, o hesap, sınırlı insan malzemesini harcayarak ve sürekli homurdanarak bir yere ulaşamayacağımız anlaşıldı, hiçbir şey yapılamıyor, birbirimize bulaştırdığımız mutsuzluktan, birbirimizi ve hayvanları yemeyelim, birleşip sermayeyi ve devleti yiyelim, ve neşelenelim.

(...)

Sordum kendime, ne yapılabilir çamurdan? Heykel

Acılardan? Aşk. Yoksulluklardan bir devrim bile yapılabilir. Ama

hiçbir şey, hiçbir şey yapılamaz ayrılıklardan


Süreyya Karacabey: Adana'da doğdu. 1992'de Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü'nden mezun oldu. Yüksek Lisans ve doktorasını aynı bölümde yaptı. Dramatik Yazarlık, Epik Tiyatro, Geleneksel Türk Tiyatrosu, Ortaçağ Tiyatrosu, Radyo Oyunu Yazarlığı derslerini yürüttü. 2010 yılında doçent ünvanını aldı.2017 yılına kadar çalıştığı bölümden 6 Ocak 2017 KHK'sıyla atıldı. Modern Sonrası Tiyatro ve Heiner Müller, Brecht'ten Sonra ve Gündelik Hayata Direnmek kitapları ve çeşitli dergilerde yayınlanmış yazıları vardır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Süreyya Karacabey Arşivi